29 Aralık 2009 Salı

Cafe Anki Efsanesi

Yıl 1995.
Taaa üniversite yıllarından beri tanışan 3 arkadaş, emekliliklerinin geldiğini; ancak içlerindeki enerjinin ve yaşam coşkusunun henüz bitmediğini hissetmeleri üzerine bir cafe açmaya karar verirler. Bu cafenin açılış amacı çok basittir aslında; gönlümüze göre kuracağımız, işleteceğimiz bir yerimiz olsun, biz işletirken, müşterilerimiz de gelip giderken keyif alsınlar, güzel yemekler yesinler, evlerimize de 3-5 katıda bulunalım.

Böylece hızla işe girişirler ve 29 Aralık 1995'te kapılarını hepimize açarlar. O zamanlar ben ortaokuldaydım. Koşturmacalar yaz tatilinde başlamıştı. Alışverişler, tadilatlar, kırmalar, dökmeler, çok net hatırlıyorum. Cafemizin teması Ankara idi. Anki zaten Ankara'nın eski isimlerinden biri. Duvarlara ankara'nın eski resimleri asıldı, öyle zor bulunmuştu ki o resimler.. Amerikan servisler çok güzeldi mesela, duvardaki resimlerin bazılarını bastırmışlardı kartonlara. Açılış kokteylinin tarihini hatırlamıyorum ama deli gibi yağmur yağıyordu ve rüzgar vardı. Babamın şemsiyesi uçmuştu ve biz çok ıslanmıştık. Yağmur berekettir :)

1 Ocak 1996'ya kadar yalnızca aile üyeleri ve tanıdıklar için "deneme yayını" yapılmıştı. Pizza bile yemişliğimiz vardı o zamanlar :) Öğlenleri okuldan çıkar arkadaşlarımla yemeğe giderdik. Gün içinde mutlaka birkaç yemek denemesi yapılmış olurdu, salatalar, sandviçler, tatlılar. Biz de tadına bakardık tabi, nam naammm.. Zamanla herşey yerli yerine oturdu tabi. Şık bir menü çıktı ortaya. Çok uzun zaman "patronlar" bizzat mutfaktalardı. Serviste (biz o zamanlar küçüktük ama) çocuklar yardım ederdi. Çevrede tanınması kısa zaman aldı. Radyo ODTÜ'de bir programda çekilişle davetiye verilirdi mesela, biz heyecanla dinlerdik o programı.

Zamanla Ankara'nın vazgeçilmezlerinden oldu Anki. Trafiğin, koşturmacanın, gürültünün en yoğun olduğu Kızılay'da insanların huzur bulduğu, yemyeşil ağaçların altında dinlendiği bambaşka bir dünya oldu. Hem genç, hem elit, hem salaş oldu.

Yılbaşı geldiğinde süslenirdi Anki'miz. Çamdan bir ayımız vardı, en sevimlisi oydu :) Sevgililer Günü'nde kapıya balonlardan kocaman bir kalp asılırdı mutlaka. İlk yıllarında bir de hediye verirdik çiftlere, hatırlıyorum çünkü çok uğraşmıştım onlar için. O zaman çok basit bir resim programımız vardı. Arıları, böcekleri, çiçekleri, kalpleri yanyana koyar, bir resim oluşturur ve çıktı alırdık. Yanında çiçekle vermiştik onları yanlış hatırlamıyorsam, saksıda bir çiçek. Daha sonra çok kişi oldu o saksıyı sakladığını, çiçeğinin büyüdüğünü söyleyen.

Bizler üniversiteye orda hazırlandık, orda okuduk. Ankiciğimiz bizleri çok mutlu etti. Aklıma komik bir anım geldi şimdi; deli gibi kar yağıyordu ve giriş yolu kardan kapanmıştı. Ben de yolu açmaya çalışıyordum ayaklarımla karları ittirerek. Kızılay'da tinerci, haylaz çocuklar çok olur. Ben karları temizlemeye çalışırken birkaçı üstümdeki ağaçlara kartopu attılar. Bir anda ağaç sallandı ve üzerindeki tüm karlar benim üstüme döküldü! Tam komedi filmi!!! Çok gülmüştüm sonra ve içtiğim sıcacık çayla ısınmıştım.

Söylenecek o kadar çok şey var ki daha. Anki'nin açılışında ve devamında tuzu bulunan herkese çook teşekkür ediyorum buradan. Sizler de iyi ki vardınız ve böyle güzel bir aile olduk. Acısıyla, tatlısıyla 11 yıl geldii geçtii.. Maalesef Cafemiz kapandıktan sonra farkettik ki, hiç doğru düzgün bir fotoğrafımız olmamış.. Mesela yılbaşı süslerini çek değil mi, mutfağı, salonları. Nedense çekmemişiz, hep var diye düşünmüşüz. Şimdi sadece bizim hatıralarımızda.

Bu yazının bir de mesajı olsun bari, daha çok fotoğraf çekelim; insan, yer, kedi, köpek, balık, ağaç.. ne varsa çekelim.. 2010'da ben bunu da yapacağım!!

Sevgilerr..

25 Aralık 2009 Cuma

Yeni bir yıılll


Yeni yılı çok seviyorum. Sadece anlamını değil, renklerini, hissettirdiklerini çok seviyorum. İnsanın içi içine sığmıyor. Hediyeden falan da geçtim, ama ben hep birşeylere yeniden başladığımı hissediyorum. Oysa ki 31 Aralık'ta yaptıklarınızla 1 Ocak'ta yaptıklarınız birbirinin aynıdır. Hımm tarihler kötü örnek oldu, 30 Aralık - 2 Ocak diyelim :)

Yılın bu döneminde ben de çoğu insan gibi "önümüzdeki yıl yapılacaklar" listesi oluşturmaya başlarım. Listem şimdiden epey kabarık :) İşte birkaçı;
** Etamin, etamin etamiiinn... Saatimi bitirdikten sonra Welcome Panosu yapmaya başlayacağım!!!

** Fransızca : Bu dili öğrenmek istiyorum. Biraz temelim var, az buçuk hatırlıyorum ama yetmeezz... Öğrenmek, konuşmak, bu dilde şarkı söylemek istiyorum!

** İlginç bir karar oldu ama deneyeceğim, ALES sınavına gireceğim. Master konusunda şu an kesin bir kararım yok; fakat olması ihtimaline karşılık hazırlıklı olmak istiyorum. Bu nerden çıktı diye soracak olursanız, dün akşam dayım bizde yemekteydi. Annemle eskilerden okul anılarından konuşuyorlardı. O sırada annemin, babamın, etrafımızdaki tüm "veli"lerin ne kadar iyi eğitimli ve iyi bir geçmişe sahip olduklarını farkettim. E tabiki çok gurur duydum. İleriyi düşündüm. Şu anda zaten çoğu insan yüksek lisans eğitimi alıyor. Bizim çocuklarımız olduğunda biz üniversite mezunu ve İngilizce bilen anne babalar olacağız. Ama ben böyle olmak istemiyorum. Hayatıma kariyer anlamında bir katkısı olmasa bile en azından kendini geliştirmek için çaba harcamış bir insan olmak istiyorum. Doğru yanlış bilemem ama şu anda böyle esti rüzgar :)))) Sanırım şimdilik 2010 listem bu kadar. Umarım bu hayal olmaz ve 2011'e en azından bir kısmını gerçekleştirmiş olarak girerim.
Herkese mutlu senelerrrr...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Atık Yağ Hattı

Vatan Gazetesi yazarı Mutlu Tönbekici bir konuya değinmiş geçtiğimiz günlerde.

Evlerimizde, restorantlarda, otellerde ve aklınıza gelebilecek her yerde kızartma yapmak için kullandığımız yağların 1 litresi tam 1 milyon litre suyu kirletiyormuş. Yıllık, kullanılan ve lavabolara dökülen - dolayısıyla denizlere, nehirlere ulaşan, içme suyumuzu, denizlerimizi kirleten, yediğimiz balıkları zehirleyen- yağ tam 350 bin ton!!! Diğer bir deyişle bir yılda kirlenen su miktarı 350.000 x 1.000.000 (bunda da 6 sıfırı atsak ya, hesaplamak mümkün değil) !!!

Tablo bu kadar karamsarken; "adamcağızın biri biodizel üretmek maksadıyla 6 milyon dolar harcayıp bir fabrika kurmuş.Otellerden, bilhassa fast foodculardan olmak üzere lokantalardan, okullardan, evlerden KENDİ ARAÇLARIYLA yağ toplayacak...Ve bunları yakıta çevirecek... Hattı da var. 444 28 45. Arıyorsun geliyorlar.Yok... Bidonu ben kendim vereceğim, üstelik bidon başına şu kadar para vereceğim diyor...Yok...Garanti Bankası devreye giriyor, bidon başına şu kadar bonus yüklenecek kartınıza diyor... Yok...KİMSE TOPLAMIYOR!Hemen hemen bütün lokantalar, bütün oteller, bütün okullar, bütün kışlalar yılda 350 bin ton yağı şakır şakır lavaboya döküyor... Okulundan, oteline, lokantasından askerine HERKES yapıyor bunu!"

"Geçen sene 350 BİN tonun sadece 680 toncuğu toplanabilmiş. Gerisi lavabolardan nehirlere, göllere, denizlere dökülmüş. Olacak iş midir bu? Aklınız alıyor mu? Bu nasıl bir vatan sevmezlik, bu nasıl bir hainliktir? Bu ülke vatan uğruna ölür ama bir bidon yağ biriktirmez. Bu ülke insanı işsizlikten geberir ama bidon başına 15 liraya tenezzül etmez. Halbuki günde 4 bidon yağ eder ayda 1800 lira. Herhangi bir alışveriş merkezinden rahat rahat toplarsın her gün o kadar yağı. Benim aklım hakikaten almıyor. Ev kadınları yapmayacaklardır. Birikmiş yağ fikri tüylerini diken diken eder. Ama her gün binlerce litre yağ tüketen fast food zincirleri? Tatil köyleri? Yemek fabrikaları? Hiç mi vicdanınız sızlamaz? Hiç mi döktüğünüz yağlar nereye gider umursamazsınız? Devletin de umurunda değil. Ağır yasaklar ve cezalar getirdiler güya. Bugüne kadar tek kişiye ceza kesilmiş değil."
Son iki paragraf gazete köşesinden alıntıdır. Gerçekten çok merak ettim, arayıp en azından süreci öğrenmeyi düşünüyorum. Bir katkı sağlanabilse ne güzel olur, olmaz mı??

7 Aralık 2009 Pazartesi

Güzel bir Haftasonu


Güzel bir haftasonunun ardından bugün yine Pazartesi..

Pazartesi günleri çok duygusal olurum, haftasonları Sevgilimle çok güzel iki gün geçirdiğimizden olsa gerek, etkisinden çıkamam. Pazartesi sendromu bende böyle ortaya çıkıyor :)

Cumartesileri öğlen 2'ye kadar çalışıyorum. Çıktığımda çok acıkmış oluyorum genelde. Bu cumartesi de Sevgilim çıkışıma geldi ve güzel bir yemek yedik. Ofisin yakınlarında bir Urfa restoranı var, Sevgilim Sarma Dürüm Beyti, ben de Kuşbaşılı Pide yedim. çook lezzetliydi, bayıldık :) Restoranda mırracı dolaşıyordu elinde bardaklarıyla, biz de yemeğin üstüne içelim dedik. Ben hiç içmemiştim, dolayısıyla çok merak ediyordum. Sevgilim garsonu çağırdı, birer bardak içtik. Sevgilim bardağı uzattı garsona, garson onunkini alırken ben de masaya bıraktım bardağımı. Adamla bir süre bakıştık, sonra "Bunun cezası var" dedi. Ben bir adama, bir Sevgilime baktım endişeyle. Meğersem mırra bardağı yere konulmazmış efendim.. Konulursaaa:

* Mırracı bekarsa evlendirilirmiş,
* Mırracı evliyse mırra bardağı altınla doldurulurmuş.

Tabi benim bir anda gözlerim açıldı kocaman oldu. Sevgilim karşımda kıkır kıkır gülerken, adam gönlünüzden ne koparsa diyerek konuyu kapattı. Sonra durup durup güldük tabi bu olaya :)

Akşam eve gider gitmez kardeşime anlattım bu olayı. Adıyaman, Mardin derken Urfa'ya da gider ve mırra içerse, mırracıyla evlenmek zorunda kalır neme lazım! :)))

Göbüşlerimiz tok bir şekilde Urfacıdan çıktık ve yürümeye başladık. Evimiz için duvar kağıtlarına ve tuğla duvarlara bakacaktık. Yağmurda yürüdük uzun uzun. Birkaç yer dolaşıp evimize döndük. Film izlemeye karar verdik, Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption). Güzel ve etkileyici bir filmdi ama tabiki en güzeli o filmi beraber, sarılarak izlemekti..

Pazar günü ise çook büyük bir iş yaptık, Sevgilimin odasını topladıııkkk :D Çalışma masasındaki dolapları çok doluydu, hem aradığı hiçbirşeyi bulamıyordu, hem de dolapta neyin olduğunu bilmiyordu. Kitaplarını ve lazım eşyalarını güzelce yerleştirdik. İki torba atılacak çıktı. Dolabın içi boş bile kaldı :) Bir sürü albüm ve fotoğraf bulduk, haftaya da onlara bakacağız. Temizlik yapmayı seviyorum, insanın içi huzur doluyor. Darısı benim başımaaa..

İşte böyle güzel bir haftasonu geçirdim. Ee, Sevgiliyle bu kadar güzel zaman geçirince insan ayrılmak istemiyor tabi. Biz de önümüzdeki haftasonunu bekliyoruz heyecanlaa :)

Sevgiler..

26 Kasım 2009 Perşembe

İç Hesaplaşma


Ne şanslıyım ki, bu aralar geçmişi, geleceği, sorumlulukları içeren bir iç hesaplaşma yapmak için çok fırsatım oldu. Neden mi? Mesela Nefes, Vatan Sağolsun filmi ve son okuduğum kitap Tek ve Tek Başına Türkan beni bu sorgulamaya en çok itekleyen bastonlar oldu.
Nefes çok özel ve etkili bir film bana göre. İzlerken hep nefesinizi tutuyorsunuz, kalbiniz güm güm atıyor. Çok üzülüyorsunuz, çok korkuyorsunuz. Ben şahsen bu tür filmlerden çok çabuk etkilenen ve bu ruh halini uzun süre üzerinden atamayan bir insanım. Filme girmeden önce de endişeliydim biraz, gergindim. Hatta Sevgilim sürekli sordu bana; öncesinde: "istemezsen gitmeyelim", arada: "Çıkmak ister misin?", çıkışta: "iyi misin, bunaldın mı?". Oysa ben gergin olmanın yanı sıra bizler için o dağlarda ölen gencecik insanlara en azından bu şekilde saygı göstermemiz, onları anmamız gerektiğini düşünüyordum. Onların bizden bir farkı yok, biz savaştan, silahtan ne kadar anlıyorsak onlar da öyle. Biz ne kadar korkuyorsak onlar da o kadar korkuyorlar. Ama ne için bu savaş.. Hiç bir açıklaması, mantığı yok. Koskoca dağda bir tek, minicik kulübe, içinde 20-30 asker. Öyle derme çatma ki, kurşunlar duvarlardan geçerken zorlanmıyor, hızını kaybetmiyor bile. Kardan, sisten göz gözü görmüyor. Kum torbalarıyla çevrilmiş bir nöbet kulübesi, rüzgardan yırtılmış, parça parça olmuş, ama inadına dalgalanan bir Türk Bayrağı. O minik kulübenin içinde kendine faydası olmayan bir soba, kupkuru, tatsız tuzsuz yemekler. Ufacık bir santral, "dünya" ile iletişimi sağlamak için. Ahizenin ucunda anneler, babalar, sevgililer. Tabii bir de askerlerin amiri, babası, kardeşi, arkadaşı olan bir komutan. Şanslılarsa bu şekilde geçen 15 ay!
İnsan kendi yaşam tarzından utanç duyuyor bu filmden çıkınca ve elinde fırsatı olup bu işe son vermeyenlere çok kızıyor. Hadi bu işe bir son verilemedi, güvenlik önlemleri de mi alınamaz peki? Sağlam bir garnizon, korunaklı bir nöbet kulübesi, hiçbirşey olmasa bir dikenli/elektrikli tel yaa.. Kısacası, lütfen filme gidip kendiniz izleyin..
Gelelim kitabımıza. Türkan Saylan'ın hayatı onun dilinden, onun mektuplarıyla anlatılıyor Ayşe Kulin'in kitabında. "Söz uçar yazı kalır"ın en güzel örneği bence bu kitap. Hayat boyu yazılan mektuplar bir araya getirildiğinde gerçekten de bir roman ortaya çıkıyor çünkü. Nasıl bir azim, nasıl bir hayatı sevmektir Türkan Saylan'ınki. Dürüst olmak gerekirse ben ismini ilk Ergenekon Davası'nda duydum; fakat bu kitapla onu bir nebze de olsa tanıdığıma inanıyorum. Bu kitabı okumak insana bir bakış açısı katmalı, kalbinde bir heyecan yaratmalı. Eskiden beri şuna inanırım, her insan dünyaya bir misyon için gelir. Peki benim, sizin misyonunuz ne? Çok geç olmadan bulabilsek keşke. Yoksa geç kaldık mı şimdiden? Bu misyonu üniversite sınavında seçimimizi yapmadan önce mi bulmalıydık? Sık sık öğretmen olmayı geçiriyorum aklımdan. Branşım Türkçe olurdu herhalde. Cesur bir öğretmen olabilir miydim acaba? Doğu'ya gidip orda kalabilir miydim, bir öğrencinin kafasında bir ışık yakabilir miydim? Türkan Saylan'ın 70'li yıllarda cüzamla ilgili çalışmaları anlatılıyor kitapta. Yurtdışındaki derneklerle kurduğu ilişkiler, beraber yürüttüğü faaliyetler. Ne kadar inanılmaz geliyor insana.
Bizim de proje üretme, projelere destek olma zamanımız değil mi artık?

24 Kasım 2009 Salı

Azimli bir Anne


İşte karşınızda azimli bir anne. Hayatın ona verdiklerine ve getirdiklerine DUR deyip kendi hikayesini yazmak, kendini en sade ama en zor şekilde mutlu etmek isteyen bir anne. Şu anda ise 50 pound (23 kilo civarı) vermiş olduğu için çok mutlu olan ve bunu tüm sevenleriyle paylaşmak isteyen bir anne.

Bu güzel gelişmeyi kutlamak için blog'unda bu habere yorum yapan kişiler arasından 26 Kasım tarihinde bir çekiliş gerçekleştirilecek ve kazanan kişi amazon.com'dan 50$ tutarında hediye çekinin sahibi olacak.

Lynn'in bu güzel hikayesine siz de katılın, ayrıca çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin, yorumunuzu ekleyinn..

7 Kasım 2009 Cumartesi

Dekorasyon İşleri ve Duvar Kağıtları



Şu aralar aklımı dekorasyonla bozdum. Sürekli perde, halı, dolap, koltuk gezinip duruyorum internette. Bugün de duvar kağıtlarına bakayım dedim ve ilgimi çeken çok şeker bir site buldum. Öyle sıcak öyle şeker şeyler var ki, insanın gidip alası geliyor. Örneğin yandaki resim, çok güzel değil mi?? Mutfak için ideal.

Bu resim gibi ve daha çok çeşitlileri sitede mevcut. İletişim bölümünde sadece bir cep telefonu numarası verildiğinden, hangi ilde olduklarını bilemiyorum. Banyo için de bir sürü model var; deniz fenerleri, kayıklar, kumsal... Hele bir atlı, kedili bordürler var ki, ben bayıldımm...
Bu arada iş yerimin tam karşısında bir apartmanda kiralık daire var, çok güzel değil mi? Apartmanın dıştan görünüşü de çok şeker. Bir ara Sevgilimle gezelim diyoruz. Kirası biraz yüksek geldi ama bakmadan silmeyelim di mi?
İyi haftasonları...

24 Ekim 2009 Cumartesi

Mevsim Rüzgarları

Yaz geldi geliyor derken geçti bile, son bahar bile bitiyor neredeyse, önümüz kış. Şu an bu yazıyı ikinci kez yazıyorum aslında. 2 hafta kadar önce yine bir niyetlendim, yazdım yazdım yazdım bitirdim. Tam yayınlayacakken nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde herşey silindi. Üstüne bir de taslak kaydetmez mi!! Yazılarımı bir daha geri getiremedim ve bu hüsranı unutmak için birkaç hafta bekledim. Şimdi tekrar başlıyorum..

Aradan uzun bir süre geçti yine, mevsimler değişti daha ne olsun!.. Bu süre boyunca benim hayatım çok güzel bir yöne doğru akııp gitti.. Hayatımın iplerini yeniden elime aldım ve dört nala gidiyorum.

Bu değişikliği yaşatan ilk şey çalıştığım yerden ayrılmam oldu. Nasıl rahatladım, nasıl derin bir nefes aldım anlatamam. Hani insana doğru şeyi yaptığını gösteren bir ferahlık vardır, Center Fresh çiğnemiş gibi olursunuz, aynen öyle bir rahatlama. Ayrılmamı takiben iş aramaya başladım ama bulana kadar da zamanımı boşa geçiremezdim. Hep ilgimi çeken web tasarımı kurslarını araştırmaya başladım ve bir kursa kayıt yaptırdım. 3 ay kadar sürdü kursum ve Dreamweaver, Flash, Photoshop gibi kallavi programları öğrendim. Şu an kursu bitirmiş bulunmaktayım ve kendime bir web sitesi hazırlıyorum.

Karşıma çıkan ilk iş olanağı Avea'nın çağrı merkezinde Müşteri Temsilciliği oldu. Başta çok tereddütle yaklaştım bu işe. Annem zaten hiç ama hiç istemiyordu ama boş oturmaktansa herhangi bir işe gitmeyi tercih ediyordum. Şimdi iyiki de yapmışım diyorum. Her iş insana farklı bir tecrübe ve bakış açısı kazandırıyor, hele de çağrı merkezi!.. Türkiye'nin her yerinden insanlar arıyor ve siz onlara laf anlatmaya çalışıyorsunuz. Arayan insanların kimi dertli, kimi sinirli, çoğunluğu cahil, aynı zamanda çok bilmiş, azınlığı da sevecen, anlayışlı, sakin. Sizinse bunların hepsi karşısında sabit kalmanız gerekiyor; profesyonel, kibar, sakin. Eh, bunun mümkün olduğu anlar da var, olmadığı, olamadığı anlar da :D Yine de sonuç olarak muhteşem bir tecrübeydi. Çalışma saatleri vardiyalıydı ve her semt bir grup olmak üzere 10-15 kişilik gruplarla birlikte çalışıyorduk. Biz Bahçeli grubuyduk. Herşey bir yana öyle güzel arkadaşlıklar edindim ki orda, en büyük katkısı bu oldu herhalde.

2 ay kadar Avea'da çalıştıktan sonra ayrılarak başka bir iş yerine geçtim. Şu an bir avukatlık bürosunda asistanlık yapıyorum. öğlen 1'den akşam 9'a kadar mesaim ve çok rahat bir ortam. Şu an itibariyle olduğu gibi blog bile yazabiliyorum. Halimden memnunum diyebilirim.

Evlilik planları ise bu aralar biraz beklemede. Hiçbir şeyi aceleye getirmenin anlamı yok ve biz en doğru zamanda olmasını istiyoruz. Bunun için biraz daha beklememizin faydalı olacağını düşündük. Bu bir ilişki değerlendirmesi değil, yanlış anlaşılmasın; yalnızca şartların uygun olmasını bekleyeceğiz.

Geçen sefer daha bir sürü şey yazmıştım; fakat şimdi aklıma gelmiyor. Hem daha fazla uzatmamakta da fayda var. Son söz olarak, hayatın iplerini tekrar eline almak güzel ve huzurlu :D

Sevgiler..

23 Haziran 2009 Salı

Yaz Geliyoooo


Havalar ısınıyor, güneş pırıl pırıl parlıyor ve evet yaz geliyoorr!!

Yaz kelimesi bile insanın içini ısıtıyor; insan kumsalda güneşlendiğini, serin sularda yüzdüğünü hayal ediyor hemen. Kısa bir süre sonra da uzun yaz tatillerinin öğrencilik yıllarında kaldığını, güneş altında tüm gün yatıp esmerleşmenin ise ozon tabakasının delinmesinden ve küresel ısınmadan önceki zamanlarda kaldığını hatırlıyor. Yine de elbiseler, terlikler ortaya çıkıyor, paltolar dolabın en derinlerine gömülüyor, daha noolsun!!

Mevsim geçişlerinde bir halsizlik çöküyor üzerime. Uykuya düşkünlüğüm artıyor, ki öyle çok uyku meraklısı değilimdir, sabah sürünerek çıkıyorum evden, akşam da sürünerek geliyorum. Gün boyunca konsantre olamıyorum, hiçbir şeyi ciddiye almıyorum, eve geldiğimde yemek yer yemez uyukluyorum. Ya 2 haftadır Disko Kralını izlemek istiyorum, onu bile bekleyemeden koltukta uyuyakalıyorum. Bunun birçok sebebi olabilir tabiki; ama ben öncelikle mevsime yoruyorum.

Bu sabahtan itibaren bir karar aldım, kahvaltımla birlikte bir kaşık bal yiyeceğim. Evde bana özel bir bal kavanozum bile var. Aynen resimdeki Pooh gibiyim işte :) Düşündüğüm zaman gün içerisinde hiç şeker almadığımı farkettim. çay-kahve şekersiz, çikolata falan çok nadir zaten, e başka da nerden alınır ki şeker. Tamam meyvede de var ama o başka. Sonuç olarak bir de kendimi böyle denemeye karar verdim. İlk gün için şu an kendimi epey iyi hissediyorum.

Balı her zaman için herkese öneririm. Tüm hastalıklara birebir. Bal kadar faydalı besin çok az. Benim tatlı Sevgilim ise arılardan korktuğu için onların yaptığı bir şeyi de yemek istemiyor. Bu yüzden balı ağzına sürmüyor. Öyle ki, yemeğin içinde 1 kaşık bile bal olsa kokusunu alıyor. Ben çoğunlukla onu ikna etmeye çalışıyorum, diyorum ki; "ilerde bebişin de bal yemesi gerekecek; ama o babam yerse yerim diyecek. O zaman da mı yemeyeceksin?" Sevgilim de konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor, "ben bu yaşıma kadar yemedim, bir zararını da görmedim. O da yemese noolur?" diyor. Kimbilir anneciği, küçükken ona ne ballar yedirmişti :) Bal yemeden büyüyen çocuk olur mu yaa???

Eveeet, yaz diyorduk. Yaz kokusunu çok severim.. Biçilmiş çimler, açan hanımeli çiçekleri, güller, dallardan sarkan meyveler. Evimizin bahçesinde çok güzel ve lezzetli bir erik ağacımız var. Arka bahçemizde de kiraz (yoksa vişne mi? hep karıştırıyorum.. ama heralde kiraz). Ayrıca sitemizde bol bol karadut ağacı var. Karadutu ağaçtan yemeye bayılıyorum ve mucizevi bir şekilde Sevgilimle evimizin bahçesinde de Karadut ağacımız var :)) Arka bahçemizde de koooooooocaman bir ceviz ağacımız. Karşı komşu şikayet ediyormuş yaprakları bahçesine düştüğü için.. Şapşal adam en azından bahçen biraz yeşil görünür sırf toprak yerine.. Neyse..

Binbir koku içerisinde bahçede oturup nescafe veya bira içmek, gazete, kitap, dergi okumak paha biçilemez. Asıl yaz bu işte.. Gecenin serinliğinde bahçeyi sulamak, köpüşü dolaştırmak, kahve içmek, sırtına hırka almak ve bir de tabiki başını Sevgilinin omzuna koyup uyuklamak..

Çok az kaldı çooookkk az.. Herşey güüzeel ooolacaak!!!...

1 Haziran 2009 Pazartesi

Alışverişş

Herkese Kooooocaman bir Merhaba,

Farkedileceği üzere blog'umu ihmal etmeye başladım bile. Bunun çeşitli nedenleri var tabi; işlerin yoğunlaşması ve Sevgilimin askerden dönmesi gibiii... Evet, 2 hafta önce döndü Sevgilim askerden ve böylece kooskoca bir defter kapanmış oldu. Şimdi ise bambaşka telaşlara yönelmemiz gerekiyor, eşya alımı gibi.

Sevgilim yokken ben tek başıma dolaşmamıştım, istemiyordum yani, ama dün 365 alışveriş merkezindeki Electroworld'e gittik birlikte. Electroworld'ün güzel tarafı tüm markaların olması ve fiyatlarının uygunluğu tabiki. Gerçi en az 15 yıl ömrü olan beyaz eşyaları bu tür bir mağazadan almak ne derece akılcı olur bilmiyorum. Bu tür alışverişlerde bireysel ilişkiler daha önemlidir ya veya sonrasında daha fazla avantaj sağlayabilir ya, onun için satış bayiinden almak daha doğru olur diye düşünüyorum. Neyse, sonuçta biz modelleri incelemek için gittik dün.

Beyaz eşya kullanımı konusunda, buzdolabından atıştırmak dışında pek tecrübesi olmayan bir insan olarak şunu söyleyebilirim ki; yerli üretim veya ithal tüm eşyalar çok minik, çok dar. Bir çekmeceler var, 1karış. Buzdolaplarının rafları plastik, oyuncak gibi.. Bulaşık makinelerinin içi minnacık. 2 tencere sığmazmış gibi geliyor. Bize sağolsun çok yardımcı olan görevli kıza da söyledim, eşyalar barbi evinden alınmış gibi... Ya da bilemiyorum belki mağaza çok büyük olduğu için gözüme öyle göründü. Sonuçta herkes kullanabiliyorsa demek ki makul ölçülerde.

Electroworld'de biz dün özellikle Siemens'in modelleri üzerinde durduk; çünkü indirimler sayesinde Siemens ve Arçelik birbirine çok yaklaşmış fiyat olarak. Ama, gerçekten de şöyle birşey var, Arçelik'in buzdolabı kadar güzel bir iç yerleşim hiçbir marka ve modelde yok. 365'te Arçelik'in mağazası ayrıydı ve bizimle ilgilenen görevli pek hoş bir insan değildi açıkçası. Yani insan bir ürünü tanıtır değil mi? Çamaşır makinesi soruyoruz, eliyle "bunlar" diye gösteriyor. Ben de biliyorum onlar olduğunu! Benim Canım Sevgilim, Arçelik olmasını istemiyor bir türlü; ama ne yalan söyleyeyim iç tasarım ve malzemenin dolgunluğu olarak en sağlam ve tok görünen Arçelik. E, etrafımızda kullananlar da var ve çoğunluğu memnun sonuçta. İşte öyle bakalım, şimdi biz biraz eleme yaptık ama son söz annelerin tabi. Bir gün annelerle beraber gider dolaşırız. Tabi bu "bir gün"ün önümüzdeki 2 hafta içinde olması lazım, çünkü KDV indirimi 15 Haziran'da bitiyormuş. Ben her zaman 30 Haziran'da bitecek diye düşünüyordum ve çok rahattım; ama böyle olunca biraz tutuştuk tabi.

Bir de fırın derdimiz var. Evimizin mutfağında davlumbazın altı boş. Ne tezgah, ne dolap, hiçbirşey yok. Ocak için mecburen büyük fırın almak gerekiyor (bulaşık makinesinin yeri ayrı). Dün fırınlara da baktık, üstü ocaklı turbo fırınlar 700-800 TL civarında. Akşam annem dedi ki, ben öyle büyük fırına hiç ihtiyaç duymadım, tezgah üstü fırınlarla idare edebilirsin. O öyle deyince benim de aklım karıştı tabi. Yani az değil, o fiyata bir sürü şey alınır; ama fırın alınmazsa o boşluğa ne konacak, onu da bilmiyorum. Dolap yaptırılabilir belki, bakalım işte, şimdi onu düşünüyorum.

İşte dün Electroworld ve Arçelik'te geçti günümüz. 365'te Koçtaş da var. Şöyle bir dolaştık orda da, duvar renklerine baktık. Sütlü kahve veya açık kesekağıdı gibi bir renk var aklımızda. Bir de renk kartelası aldık, bej renkler objeleri ön plana çıkarırmış. Gerçekten de öyle, çok sevdik o renkleri ve o renge herşey yakışır.

Yoğun günün ardından Sevgilimin evine gidip yorgunluk kahvemizi içiyor, bir yandan hayal kuruyorduk. Tam o sırada dedik ki, hadi evimize gidelim. Geçen pazar Meltem Ablalar aramış ve davet etmişlerdi zaten. Biz de aradık, müsaitlermiş, gittik. Evimizi gezdik yine, Sevgilim fotoğraflar çekti. Beyaz eşyaların yerlerinin ölçülerini aldım ben de. Fazla vakitlerini almadan çıktık. Dün gece Sevgilim mesaj atmış, hep fotoğraflara baktım, hayal kurdum diye. Ben de hep hayal kuruyorum.. :) Çok eğlenceli :D

8 Nisan 2009 Çarşamba

Günler Geçerken


2009 yılının 4. ayını ortaladık.. Yılın 1/4'ü bitti. Yılbaşı gecesini düşündüğünüzde size de çok yakın gelmiyor mu? Bazen düşünüyorum, yapmak istediğim o kadar şey vardı ama bu kadar zaman hangi arada derede geçti hiç anlamadım. İş dışında ne yaptım 3 ay boyunca? Mesela, bir tane kitap okudum. Kenizé Mourad'ın Saraydan Sürgüne adlı kitabı. Kenizé Hanım kitapta hayat hikayesi anlatılan Selma Sultan'ın kızı. Selma Sultan, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde dünyaya geliyor ve maalesef tam da çocukluktan gençliğe geçiş döneminde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in ilanını birebir yaşıyor. Savaşın kazanılması ve Cumhuriyet'e geçilmesiyle de ailesiyle birlikte sürgüne gönderiliyor. Önceki cümlede "maalesef" demiş olmam yanlış anlaşılmasın, bu olayları "çocukluktan gençliğe geçiş döneminde" yaşaması bir talihsizliktir; çünkü bu dönemde yaşadığı bunalım ve sonrasındaki tatminsizlik tüm ömrüne etki ediyor. 10 yaşı civarında Lübnan'a "taşınıyorlar". İlk gençlik dönemlerini, ilk arkadaşlıklarını, ilk aşklarını, ilk hayal kırıklıklarını burada yaşıyor. Hayatın bir kısmını burada tanıyor diyebiliriz. Fakat hala annesinin koruması altında ve şımartıldıkca şımartılıyor - biraz hepimizin olduğu gibi. Yirmi küsur yaşında gelin olarak Hindistan'a gittiğindeyse çok daha farklı bir dünyayla karşılaşıyor ve bence ne kendini oraya ait hissedebiliyor ne de orada olması gereken konumu anlayıp ona uygun davranabiliyor. Şans eseri çok tatlı bir eşe sahip oluyor; fakat kendisi bunu anladığında herşey için çooook çok geç oluyor. Neyse ben kitabın tamamını anlatmayayım; yalnızca çok farklı bir bakış açısı kazandığımı, birçok ülke hakkında birçok şey öğrendiğimi söyleyebilirim ve MUTLAKA okumanızı tavsiye edebilirim. Ben bu kitabı sabahları otobüste işe giderken okudum ve otobüste kitap okumaya başladığımdan beri yıllardır okumadığım kadar çok kitap bitirdim. Hadi hadi midem bulanıyor bahanelerini geçiiiinn ve bunu bir alışkanlık haline getirin :)

Saraydan Sürgüne'nin üzerine, biri Aziz Nesin olmak üzere, 2 kitap daha okudum. Bu işten çoook keyif aldığımı söylemeliyim.

Eveet, sorumuz 3 ay boyunca iş dışında ne yaptığımdı. Sevgilimin dönüşüne bugün itibariyle 32 gün kaldı. 32 benim çok sevdiğim bir sayı, neden bilmiyorum. Sempatik geliyor :) Daha önce bahsetmedim sanırım, Biriciğim için ufak bir sürpriz hazırlıyorum. Aslında pek ufak değil, epey el emeği göz nuru birşey. Yemin törenine gittiğimiz sırada birlikte çekilmiş bir fotoğrafımız vardı. O resmimizi etamine bastırdım ve şu sıralar onu işliyorum. Benim üzerimde lacivert bir mont ve kot pantolon var. Onun üzerindeyse asker kamuflajı! İş kendimi yapmakla başladım, renk az olduğu için daha çabuk biter diye düşündüm. Fakat öyle düşünüp yaptığımda lego gibi, hiç estetiği olmayan birşey çıktı ortaya. Ondan sonra başladım gölgelemeye.. Şu an kendimi tamamen bitirdim ve sevimli göründüğünü itiraf etmeliyim :) Böylece alışma evresini de geçirmiş oldum. Yine hız kazanmak amacıyla şimdi cevreyi yapıyorum. Ondan sonra da kamuflaja başlayacağım. Umarım biriciğim dönene kadar onu da en azından yarılamış olurum.. Bu noktada 2. tavsiyem ETAMİN olacak. Çok keyifli, çok kafa boşaltıcı, ışığa göre biraz göz yorucu, çok emekli ama kesinlikle herşeye değen bir el uğraşı. İleride evimin duvarlarına çeşit çeşit etamin asmayı çok istiyorum.. Bir örneğini resim olarak ekledim.

Hımmm, başka başka neler yaptımm.. Çok istememe rağmen kesinlikle spor yapmadım, Fransızca çalışmadım. ama umudumu da kesmedim :) Bir gün mutlaka yapacağım!! Amaa çok güzel bir pilates CD'si buldum, tam istediğim gibi. Hem hareketli, hem rahatlatıcı, hem sıkılaştırıcı.. Yine de beni sabah 6:30 da yataktan kaldırabilmeyi başaramadı henüz!

Sanırım 2009'un ilk 3 ayı hep böyle geçti. Sabah kitap, tüm gün iş, akşam etamin.. Nasıl bir düzen sizce?? Bir ömür geçer mi böyle???

10 Mart 2009 Salı

Biraz Uzun Biliyorum ama Bir Hayat Dersi



Steve Jobs, Apple and Pixar Animation şirketlerinin CEO'su. Bir üniversitenin mezuniyet töreninde yaptığı konuşma beni çok etkiledi.

Doğruyu söylemek gerekirse ben üniversiteden hiç mezun olmadım ve mezuniyete en yaklaştığım an da bu an! Bugün sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek bir şey değil.


İlk hikaye noktaları birleştirmekle ilgili. İlk 6 aydan sonra Reed Universitesi’nde derslere girmeyi bıraktım. Ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım? Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için her şey hazırdı. Tek sorun ben ortaya çıktıktan sonra beni evlat edinecek çiftin son anda bir kız çocuk istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz? Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailem beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verince ikna oldu. Bu hayatımda bir başlangıçtı. Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım. Ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim. Ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum. Sonuçta okulu bırakmaya ve her şeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkunç gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim. Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Buna bayılırdım. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü. Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Universitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı. Ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama 10 sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı. Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olamayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkânsızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda her şey çok ama çok berraktı. Tekrar söylüyorum; noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Bir şeye güvenmelisiniz cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi bir şeye. Çünkü noktaların ileride birleşeceğine inanmak size kalbinizin sesini dinleme rahatlığını verir. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.


İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili. Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple’ı 20 yaşımızdayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşıma yeni basmıştım. Ardından kovuldum. Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline gelmişti ve biz de şirketi benimle birlikte yönetebilecek, yetenekli olduğuna inandığımız birini işe aldık. İlk sene işler iyi gitti; fakat daha sonra geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşımda dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yok olmuştu, bu büyük bir yıkımdı. Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi fark ettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala âşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim. O zaman farkına varamamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim. Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket. Ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story’i yarattık şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’in yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk. Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı. Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin. Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin ve yılmayın! Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın!


Üçüncü hikayem ölüm hakkında. On yedi yaşımdayken söyle bir şey okumuştum: Her gününü hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın. Bu cümle beni çok etkilemişti. O günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı, bugün normalde yapacağım şeyleri yapmak ister miydim? Uzun süre art arda “Hayır” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım. İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararları vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan. Öleceğinizi hatırlamak, kaybedecek bir şeyler olduğu düşüncesini yok etmenin bildiğim en iyi yoludur. Zaten çıplaksınız. Yüreğinizin sesini dinlememek için hiçbir neden yok.


Bir yıl kadar önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30’da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve 3 ila 6 aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Doktorlarım eve gidip işleri yoluna koymamı tavsiye ettiler. Bu, doktorların “ölümü bekle” deme biçimiydi. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, ailenizin rahatı için gerekli her şeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu, veda etmek demekti. Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları atmışlar. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şükürler olsun şimdi iyiyim. Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır. Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonudur. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz. Ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm ama gerçek bu. Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki her şey ikinci plandadır.


Gençliğimde, The Whole Earth Catalog adında bizim neslin kutsal kitaplarından sayılan inanılmaz bir yayın vardı. Steward Brand adında biri tarafından, buradan hiç de uzak olmayan Menlo Park’ta şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 60’lardan kalma masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi; idealisti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu. Steward ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 70’lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı. Hani, her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri. Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: Aç Kal, Budala Kal (Stay Hungry, Stay Foolish). Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu: Aç Kal, Budala Kal. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin gibi yeni mezunlar için de aynı dilekte bulunuyorum: Aç Kalın, Budala Kalın.


23 Şubat 2009 Pazartesi

Kaldı 82 gun...


Bugun itibariyle Şafak 82...
Yarın plakalara başlayacağız :)) Bugün ilk iş Türkiye'nin İl Haritasını indirdim internetten. Bir de plaka listesi oluşturacağım.. Gün gün karalar dururum artık. Şu ana kadar -100 den beri- Gmail'e yazıyordum. Yarın Düzce'deyiz. Bir itiraf yapmam gerekirse bugune kadar 81 plakalı ilin Osmaniye olduğunu düşünüyordum hep. Meğer en son ilimiz Düzceymiş. Öğrenmenin yaşı yok ;)

Çok güzel bir haftasonu geçirdim. Hem eğlendim, hem çok dinlendim, hem de çok mutlu oldum. Cumartesi günü ofisten çıktıktan sonra annemlere gittim, yemeğe davetliydik. Ben gittikten yaklaşık 1 saat sonra annemler ve dayımlar geldiler. 3 aile güzel bir yemek yedik. Biriciğimiz sofrada değildi; ama hepimizin aklında ve gönlündeydi. Uzun sohbetler ettik, çaylar kahveler içtik, güldük eğlendik.

O gece ben annemlerde yatıya kaldım. Nişanlım askere gitmeden önce birkaç gece kalmıştım; ama bu sefer ilk kez tek başıma kaldım. Çok da güzel oldu; epey geç yattık, ama gece o yatakta tek başına yatmak çok zordu.. Ben de kalktım Sevgilimin parfümünü sıktım hafifçe, onu koklaya koklaya uyudum. Hep kollarını bana sardığını hayal ettim. Hayali bile kendimi güvende hissetmeme, mışıl mışıl uykuya dalmama yetti.
Birlikteliğimizin ilk zamanlarından beri başımı ne zaman göğsüne yaslasam esnemeye başlar, uyurum. Hani insanın morali bozulur, canı sıkılır ya, öyle zamanlarda ben başımı onun yüreciğine dayarım, o da bir koluyla beni sımsıkı sararken diğer eliyle saçlarımı okşar, hiçbirşeyciğim kalmaz o zaman.. İşte Cumartesi gecesi de öyle huzurlu hissettim kendimi Biriciğimin kollarında..

Pazar sabahı saat 10 civarında kalktım, güzel bir kahvaltı yaptık. Sokaktan simitçi geçti, simit aldık biz de. Bizim evimiz bir site içinde, bu nedenle simitçi vs girmiyor. Sokaktan geçen simitçinin sesi, sıcak sıcak simitler çok hoşuma gitti bir anda. Benim Ördekim de çok sever simidi. Hele yanında çay ve peynir de oldu mu.. Aa bir de zeytin tabiki :)) Zaten oralarda en çok zeytini özlüyormuş, güzel değilmiş zeytinler. Bir de son zamanlarda canı çok balık istiyor. Nasıl gönderilir balık bilmiyorum ki!!.... Konserve ton balığı falan mı göndersem acaba? Orda da markette satılır herhalde, çarşıya çıktığı zaman alabilir belki.

Pazar günü saat 3'e kadar annemlerde oturdum. Sonra dolmuşla eve dönerken annemleri aradım. Onlar da çarşıya inmişler, markette buluştuk beraber döndük eve. Çok denk geldi ve güzel oldu yani.. Eve gider gitmez banyoya girdim; ama nasıl bir banyo. Dünü spa günü ilan ettim kendime. Televizyondan aldığımız bir Spa setimiz vardı. Pilli bir alet, ucuna farklı ekler takıyorsun, kimi gözenekleri açıyor, kimi masaj yapıyor, kiminin üzerinde ponza taşı var. Teker teker onları kulandım. Tam 1 saat sürdü banyom; ama çıktığım zaman o kadar rahatlamıştım ki.. Hemen yüzüme maske yaptım, vücuduma kremler sürdüm, misler gibi oldum. Saçıma da fön çekmemle Pazar günlerinin en yorucu, uğraştırıcı faslı bitmiş oldu. Böylece önümde koooooocaman bir akşam kaldı.

Gece Lost'un tekrarlarını izledim korka korka. Sezon finalini gösterdiler bu haftasonu, önümüzdeki hafta da yeni sezon başlayacak. Minik Sevgilim 4üncü sezou da izleyememişti, 5i de izleyemeyecek. 4. sezonun CDleri de çıkmadı daha. Çıkar çıkmaz alacağım, sonra benim Bi'tanecik Sevgilim gelecek, biz yatağımızda cips yerken, kola/kahve içerken dizimizi izleyeceğiz. Sonra uyuyakalacağız, birlikte uyanacağız.. Daha güzeli bunu bir ömür kendi evimizde yapacağız.. Oley!!..

İşte böyle güzel bir haftasonunun ardından yeni haftamıza başladık.Haftaya bir başladık mı, hele de Çarşamba geldi mi, günler çabucacık geçiveriyor. Önümüzdeki pazartesi şafak 75 olacak :) Bu aradaaa, ben Biricik Sevgilime çok güzel bir sürpriz hazırlıyorum. Bu aralar elişi olarak etamine fena halde takmış durumdayım. Aşkımın yemin töreninde çektirdiğimiz fotoğraflardan birini etmine işleyeceğim. Cumartesi günü ofisten çıkınca bir de çarşıya uğradım, etamin kumaşı aldım. Yarın resmi bastırıp iplik alacağım. Sonra da hızla işlemeye başlayacağım. Şu an yaptığım bir set var aslında; ama biraz adi bir set. Yani, iplikleri çok ince, hiç tok durmuyor, etamin desen aynen plastik, hiç güzel görünmüyor.. Alıştırma olması için almıştık, epey de öğrendik; ama görüntüsü hoşuma gitmiyor artık. Ben de kendi el işimi yapmaya karar verdim. Fotoğrafımızı bitirince farklı şeyler de deneyeceğim, mesela evimiz için "Welcome" Panosu yapmak istiyorum. Üzerinde horoz, civciv, ördek vb olabilir, turuncu, sarı göz alıcı renkler olur diye düşünüyorum. Bakalım artık zamanımın ve sabrımın yettiği yere kadar gideceğim!! :)

Yine uzuuuun uzun anlattım günlerimi. Bu arada bir önceki Cumartesi Sevgililer Günüydü. Tüm aşıkların Sevgililer Günü kutlu olsun, Aşkınız hiç solmasın, herkes mutlu olsun...

Sevgiler...

6 Şubat 2009 Cuma

Sevgilinin Elleri

Ondan sıcağı var mıdır?
Size elleriyle birlikte kalbini de teklif ettiğinde derin bir huzur, güven ve mutluluk hissetmez misiniz?
O andan sonra hiçbir kötülük gelmez insana, hiçbir şey ters gitmez, yağmur yağdığı için kızılmaz (ona hiçbir zaman kızılmaz da..), geç kalma telaşı yaşanmaz. Sadece ikiniz kalırsınız dünya üzerinde...


İşte sevgiyle açılan eller böyle bağlar insanları ve kalpleri birbirine. Dün Biricik Sevgilimin dönüşüne 100 gün kalmıştı, bugün şafak 99 :) Geçen 55-56 gün içerisinde en çok özlediğim şey elleri ve gözleri oldu Meleğimin. 5 yıl sonra bile buluştuğumuz anda parlayan, hislerini, duygularını, kalbini okuyabildiğim, sıcacık kahve kahve bakan, güneş çıktığında elaya çalan, şımardığında ördek masumiyetiyle mahçup mahçup bakan gözleri.. Benim gözlerim.. Dünyaya baktığı o pencereyi benimle paylaşan, beni zenginleştiren, bize özel bir dünya yaratan..

Günlük hayat içerisinde, koşuşturma sırasında insan farketmiyor yalnızlığını. Çalan telefonlar, bilgisayar, iş güç, gün ışığı insanı peşinden sürüklüyor. Ama gün bitince ay ışığı bu kadar dost olmuyor.. Sizi de kendi yalnızlığına çekiyor ve hayallerle başbaşa bırakıyor.

Yanan bir şömine önüne atılmış minderler, sıcacık bir battaniye, ellerde çaylar kahveler ve sarılan iki Sevgili.. "Çok az kaldı" diyorum hep kendime.. Bundan 8-8,5 ay sonra kendi evimizde bu rüyayı gerçeğe dönüştüreceğiz. Sevgilim de oralarda öyle diyor, bunları düşünüyor biliyorum. Yemekten sonra o köpüşümüzü gezdirirken ben sofrayı toplayacağım, çayları koyacağım. Bir de güzel bir film buluruz belki veya hararetli bir tartışma programı. Sevgilim konu geliştikçe okuduklarını, bildiklerini anlatır bana. Umarım ben de ona birşeyler katabilirim. Yavaş yavaş uyku bastıracak sonra. Belki ben dizlerinde uyuyakalırım veya Eşim uyuklarken saçlarını okşarım. Yatağımıza yattığımızda birbirimize sarılıp uyur, rüyalar görürüz. Bir ömür bundan ibaret olsa yetmez mi insana :) Ferhat Göçer'in yeni bir şarkısı ve klibi var, "Aklım Sende Kalır". Şu anki hislerimi, aklımdan geçenleri daha iyi anlatacak birşey düşünemiyorum. Tahmin edileceği gibi her izleyişte ağlıyorum :))

Ayrılığımızın 1/3ü bitti artık. Tek istediğim önümüzdeki süreçte de bir kez olsun ziyaret edebilmek ama Biriciğim gelme diyor. Onun için kavuşmak güzel ama ayrılmak daha zor tabi. Bu yüzden ikimize de düşen biraz daha güçlü olmak, bu süreci birbirimizi özleyerek geçirmek.

Hadi hayırlısı bakalım..
Sevgiler..

19 Ocak 2009 Pazartesi

2009 Başlarken


2009'un ilk kaydını Ocak'ın 19. gününde yazmak mümkün oldu maalesef. Şu ana kadar yoğun bir programım vardı diyebilirim. :) Öncelikle yılbaşı telaşı, hediyeler, misafirler, gelmeler gitmeler, telefonlar derken Yılbaşını geçirdik. Kocaman bir aile olarak bizde toplandık. Nişanlımın ailesi de geldi. Hediye değiş tokuşu tabiki çok eğlenceliydi. Herksin yüzünde önce gülümseme, sonra bir hüzün, çünkü Biriciğimiz bizlerden çok uzak.. Ama benim nazik, düşünceli Sevgilim çok hoş bir sürpriz yaptı bizlere, akşama doğru Annemlere, benim annemlere ve bana (ayrıca) birer demet çiçek göndertmiş. Benimki güldü tabiki. İçlerine bir de kısacık mektuplar koymuş, benimkinde ise saat 00:00'da açma koşulu vardı.

Yılbaşının bizim için özel bir anlamı var, hele bu yılbaşının. Saat 00:00 itibariyle 5.yılımıza girdik Sevgilimle.. Bu yıldönümümüzde el ele tutuşamadık belki ama o şu an el ele tutuşmaktan, sarılmaktan, öpüşmekten çok daha önemli birşey yapıyor. Geleceğimizin önündeki büyük bir engeli kaldırmak, hep hayalini kurduğumuz evimize, ailemize bir an önce kavuşabilmemiz için çok büyük bir fedakarlık yapıyor. Bugün itibariyle de 115 günümüz kalmış oluyor :) Yılbaşı gecesi talimatlara uyarak saat tam 00:00'da okudum mektubumu. Nasıl yanımdaydın onu okurken, nasıl gördüm o parlak gözlerini, nasıl hissettim sıcacık ellerini, nefesini.. Çok öptüm mektubu senmişsin gibi..

Bütün gece bu yaşadıklarımıza, mutluluğumuza, sağlığımıza çok dua ettim, şükürler olsun dedim.

Yılbaşının ardından bir telaş daha aldı bizi, 9 Ocak günü Minik Askerimizin yemin törenini izlemek için Oltu'ya gidecektik. Yolculuk hazırlıkları, Sevgilimin siparişleri derken 9'u sabahı Erzurum uçağına bindik. Ymin törenine yetişemedik maalesef (biz öğleden sonra olacak diye plan yapmıştık, fakat töreni sabah yaptılar. Bizim uçağımız indiği sırada tören başlamıştı, oysa bizim 2 saatlik yolumuz vardı daha) Saat 12'de Garnizon'a girdik, beklemeye başladık.

Yol boyunca töreni izlemeyi çok istemiştim, kaçıracağız diye üzülüyordum; fakat oraya gidince bunun hiçbir önemi kalmadı. Tek düşünebildiğim Sevgilimi görebilmekti.. Tören bittikten sonra askerlerin dışarıya çıkması yasak, ancak çıkış kağıtlarını alınca sivil olarak çıkabiliyorlar. Bu nedenle asker kıyafetiyle göremeyecektik, o anda en çok düşündüğüm şey buydu. O kadar heyecanlıydım ki ne oturabiliyordum, ne soğuğu hissedebiliyordum. Derken çoooook uzaklardan koşan birini gördüm, takip ettim gözlerimle, derken farkettim.. "Melih geliyor.." diye mırıldanabildim sadece. O olduğundan emin olduğumda olanca gücümle koşmaya başladım.. Gerçekten hoş bir sahneydi, bütün garnizonun, diğer asker ailelerinin, nöbetçi askerlerin önünde biz Türk filmi gibi koşa koşa sarıldık birbirimize.. O anı unutmak mümkün mü???

Biriciğim de o kadar mutluydu ki, elbiseleri öyle yakışmıştı ki.. Sırasıyla anneciğine, babacığına, ablalarına sarıldı, fotoğraf çektirdik. Çok kısa bir süre kalabildi bizlerle sonra üzerini değiştirmek için içeriye geçti. O andan sonra belki yarım saat belki 1 saat bekledik ama o süre hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Sonunda hepsini çıkardılar, izin kağıtlarını verdiler, çıkış işlemlerini yaptılar ve Bebeğim benim oldu.. 2 gün için bile olsa ellerini tuttum, sarıldım, öptüm, hatta bir süre beraber uyuduk :) dünyada en huzurlu olduğum yer..

Oltu çok güzel bir yer.. Ordaykende konuştuk, hala da istiyorum, bu askerlik işleri bittikten sonra tatil amaçlı bir hafta-15 gün doğuyu gezmeyi çok isterim. Melih'im fotoğraf çekmeyi çok seviyor, hatta profesyonel eğitimini de aldı. O kamerasını alır, ben de video kamera alırım, bir güzel gezeriz oraları. Merkez olan bir ana cadde var, tüm dükkanlar o cadde üzerinde. İnsanlar çok misafirperver. Kapıdan merhaba deseniz çay ısmarlıyorlar. Benzin alırken bile arabanın içinde çay içtik inanılır gibi değil :)) Değişik bir otelde kaldık, bir kat içerisinde 3-4 oda, odalara kalacak kişi kadar yatak atmışlar ve ortak bir banyo. Ev gibi aslında.. Ancak sorun tuvaletin alaturka olması ve sifon olmaması. :)) Herşeye rağmen çok eğlenceli, çok değişik ve anlamlı bir ziyaretti. Bol bol Oltu Cağ Kebabı (Çağ değil!!) yedik, hatta yetmedi birer porsiyon Ankara'ya getirdik. Güzel bir Melis Pastanesi vardı, kahvaltılarımızı orda yaptık. Odamızda mutfak olmadığı için aşağıdaki kahveden bir demlik sıcak su alıyorduk, bakkaldan da plastik bardak, yanımızda getirdiğimiz Nescafe'mizi içiyorduk. Bence çok lezzetli, hiç unutulmayacak kahvelerdi onlar. Kalorifer sürekli yanıyor, demliği de kaloriferin üzerinde bırakınca su sıcak kalıyordu. Geceleri dayanabidiğimiz kadar geç yatmaya çalıştık; ama benim Minik Sevgilim bir düzene alıştığı için gece 12 gibi uyuyakaldı. Yumuk gözcükleri kapandı, dudakları tombullaştı ve kendini omzuma bırakıverdi. Ne kadar özlemiş olduğumu o an daha iyi anladım işte..

Sayılı zaman çabuk geçiyor, pazar sabahtan donecektik biz babamla. Annemler pazar günü de kalacaklardı. Sabah erken kalktık, hazırlandık, yine bol bol sarıldık, sonra biz Erzurum otobüsümüze bindik. Yol boyunca çok ağladım, cebimde birçok mendil vardı, çoğun kullandım. Zaten otobüsün (otobüs dediğim okul servisi) radyosu da yanık türküler çalıyordu, onlar söyledi ben ağladım. Sonunda havaalanına ulaştık, uçağımıza bindik ve Ankaramıza döndük. Bu şehir ilk kez çok soğuk geldi bana, çok yabancı.. Kendimi yalnız hissettim, üşüdüm..

Biriciğim Yemin Töreninden sonra Ardahan, Göle'ye geçti. Su an hala orda ve şafak 115. Bir taraftan bakınca çok uzun, diğer yandan bakınca çok kısa.. Ama bu geri sayımın evimize, geleceğimize yaklaştırdığını düşündükçe tek hissettiğim şey mutluluk.

Söylemeden geçmeyeyim, dün Biriciğimle MSN'de konuştuk. Benim bilgisayarımın kamerası vardı zaten, o da ordan bir kamera buldu ve görüntülü konuştuk.. Internet'i ilk kez bu kadar çok sevdim...
Keşifte ve geliştirmede katkısı bulunan herkese sonsuz teşekkürlerrrrr.... :)))

Tüm bunların yanı sıra 2009'a girdik ve ilk ay neredeyse bitiyor. Yeni yıl şimdilik güzel gidiyor, kardeşim işe girdi. Evde durumlar iyi, ters hiçbir durum yok işte. Umarım bütün yıl böyle gider, dilerim yeni yıl herkes için böyle gider..

Kucak dolusu sevgilerr...