26 Kasım 2009 Perşembe

İç Hesaplaşma


Ne şanslıyım ki, bu aralar geçmişi, geleceği, sorumlulukları içeren bir iç hesaplaşma yapmak için çok fırsatım oldu. Neden mi? Mesela Nefes, Vatan Sağolsun filmi ve son okuduğum kitap Tek ve Tek Başına Türkan beni bu sorgulamaya en çok itekleyen bastonlar oldu.
Nefes çok özel ve etkili bir film bana göre. İzlerken hep nefesinizi tutuyorsunuz, kalbiniz güm güm atıyor. Çok üzülüyorsunuz, çok korkuyorsunuz. Ben şahsen bu tür filmlerden çok çabuk etkilenen ve bu ruh halini uzun süre üzerinden atamayan bir insanım. Filme girmeden önce de endişeliydim biraz, gergindim. Hatta Sevgilim sürekli sordu bana; öncesinde: "istemezsen gitmeyelim", arada: "Çıkmak ister misin?", çıkışta: "iyi misin, bunaldın mı?". Oysa ben gergin olmanın yanı sıra bizler için o dağlarda ölen gencecik insanlara en azından bu şekilde saygı göstermemiz, onları anmamız gerektiğini düşünüyordum. Onların bizden bir farkı yok, biz savaştan, silahtan ne kadar anlıyorsak onlar da öyle. Biz ne kadar korkuyorsak onlar da o kadar korkuyorlar. Ama ne için bu savaş.. Hiç bir açıklaması, mantığı yok. Koskoca dağda bir tek, minicik kulübe, içinde 20-30 asker. Öyle derme çatma ki, kurşunlar duvarlardan geçerken zorlanmıyor, hızını kaybetmiyor bile. Kardan, sisten göz gözü görmüyor. Kum torbalarıyla çevrilmiş bir nöbet kulübesi, rüzgardan yırtılmış, parça parça olmuş, ama inadına dalgalanan bir Türk Bayrağı. O minik kulübenin içinde kendine faydası olmayan bir soba, kupkuru, tatsız tuzsuz yemekler. Ufacık bir santral, "dünya" ile iletişimi sağlamak için. Ahizenin ucunda anneler, babalar, sevgililer. Tabii bir de askerlerin amiri, babası, kardeşi, arkadaşı olan bir komutan. Şanslılarsa bu şekilde geçen 15 ay!
İnsan kendi yaşam tarzından utanç duyuyor bu filmden çıkınca ve elinde fırsatı olup bu işe son vermeyenlere çok kızıyor. Hadi bu işe bir son verilemedi, güvenlik önlemleri de mi alınamaz peki? Sağlam bir garnizon, korunaklı bir nöbet kulübesi, hiçbirşey olmasa bir dikenli/elektrikli tel yaa.. Kısacası, lütfen filme gidip kendiniz izleyin..
Gelelim kitabımıza. Türkan Saylan'ın hayatı onun dilinden, onun mektuplarıyla anlatılıyor Ayşe Kulin'in kitabında. "Söz uçar yazı kalır"ın en güzel örneği bence bu kitap. Hayat boyu yazılan mektuplar bir araya getirildiğinde gerçekten de bir roman ortaya çıkıyor çünkü. Nasıl bir azim, nasıl bir hayatı sevmektir Türkan Saylan'ınki. Dürüst olmak gerekirse ben ismini ilk Ergenekon Davası'nda duydum; fakat bu kitapla onu bir nebze de olsa tanıdığıma inanıyorum. Bu kitabı okumak insana bir bakış açısı katmalı, kalbinde bir heyecan yaratmalı. Eskiden beri şuna inanırım, her insan dünyaya bir misyon için gelir. Peki benim, sizin misyonunuz ne? Çok geç olmadan bulabilsek keşke. Yoksa geç kaldık mı şimdiden? Bu misyonu üniversite sınavında seçimimizi yapmadan önce mi bulmalıydık? Sık sık öğretmen olmayı geçiriyorum aklımdan. Branşım Türkçe olurdu herhalde. Cesur bir öğretmen olabilir miydim acaba? Doğu'ya gidip orda kalabilir miydim, bir öğrencinin kafasında bir ışık yakabilir miydim? Türkan Saylan'ın 70'li yıllarda cüzamla ilgili çalışmaları anlatılıyor kitapta. Yurtdışındaki derneklerle kurduğu ilişkiler, beraber yürüttüğü faaliyetler. Ne kadar inanılmaz geliyor insana.
Bizim de proje üretme, projelere destek olma zamanımız değil mi artık?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder