27 Haziran 2011 Pazartesi

Doğru Zaman Var Mı?

Geçen Perşembe ofisimize bebiş geldii...

Ofisimizin sinirli personeli Mehmet Bey'in torunu oldu, resimlerden görebildiğim kadarıyla bir lokmalık, sevimli birşey. Hafif de çatık kaşlı, dedesi gibi. Torun haberi geldi geleli Mehmet Bey'de bir heyecan, bir mutluluk... Kendisi de çocukluğuna döndü sanki.

Ona baktıkça bizi düşündüm. Dayımla yengemde de görüyorum, herkesin söylediği torun sevgisi bambaşka. Annelerimize, babalarımıza bakıyorum, sonuçta belli yaşın üzerinde insanlar artık. Bizim bile yarınımız belli değilken, onlara bu sevgiyi yaşatamadan bizi bırakıp giderlerse üzülürüz diye düşündüm. Hem torunlarımızı da anneane, babaanne, dede sevgisinden mahrum bırakma hakkımız yok ki... Allah'a çok şükür hepsi yaşlarına göre çok çok sağlıklı; fakat nedendir bilinmez bir telaş sardı beni son zamanlarda. Amaaaan, Allah gecinden versin...

Bizim bebişi erteleme sebeplerimiz başlıca şunlar: *Biraz birbirimizle kalıp evimizin, ikili hayatımızın tadını çıkartmak, *kafamıza estiği gibi seyahate, tatile gitmek, *Yurtdışı tatilleri yapmak, örneğin bu sene Kurban Bayramını 1 hafta da iznimizle birleştirip Amerika tatili yapmak istiyorduk; maddi imkan(sızlık)lardan dolayı olmadı o ayrı ama önümüzdeki sene olabilir. *Bizim çift olarak öyle gece gezmelerimiz falanımız filanımız da pek yoktur ama istesek yaparız.

Yani kısadan hisse evliliğimizin ilk, gençliğimizin son dönemlerini kafamıza göre yaşama isteğimiz vardı. Diğer taraftan ofiste çocuk sahibi olan herkes "şimdiki aklım olsa evlenir evlenmez yapardım. yaş ilerledikçe enerjin ve tahammülün azalıyor, çocuğa yeteri kadar ilgi gösteremiyorsun" diyor.

Cuma akşamı eve gidince Sevgilime açtım konuyu, "ben böyle böyle hissediyorum, sen ne düşünüyorsun" dedim. Sevgilimin gözleri parladı bir anda, onu hiç böyle görmemiştim. Meğer o da istiyormuş, düşünüyormuş hep. Sonra işi biraz geyiğe vurduk, "kız mı olsun erkek mi, adı ne olsun" falan filan. Meğer Sevgilim erkek çocuk istermiş, adını da Ateş istermiş. Çin takvimine baktık, bu sene Kasım ayında erkek görünüyor. Böyle bir plan şekilleniverdi birden.

Üstüne, Nisan ayında doğurmuş bir arkadaşımız Ankara'daydı bu haftasonu. Bebeği neredeyse 3 aylık. Cumartesi akşamı onlara gittik. Tam da bebişin banyo ve uyku saatine denk gelmişiz. Biraz oynadık, sonra annesi banyosunu, babası mamasını hazırladı, babaannesiyle biz onu oyaladık. Onlar bebeği yıkarken (biz de yanlarındaydık) beni bir ağlama tutsun, kendime hakim olamıyorum. Gözlerim dolup dolup taşıyor.

Bebekleri çok seviyorum, ikimiz de seviyoruz ama korkuyorum ne yalan söyleyeyim. Geceleri tuvalete kalktığımda bile gözlerimi açamam, el yordamı gider gelirim. E bebiş ağlayınca ne yapacağım? Hadi ben uykusuzluğa da dayanıklıyımdır, ya Kocacık? O yarım saat az uyusun bütün gün mızmızlanır. İşe git, çocuğa bak dayanabilecek mi?

İşte böyle düşünceler içerisinde gidip geliyoruz birkaç gündür. Bu düşünceler bazen bizi eğlendiriyor, bazen beni korkutuyor. Sizlerin de çocuk yapmak ve yaşla ilgili düşüncelerini öğrenebilirsem mutlu olurum. Sizler kaç yaşında anne oldunuz, "şimdiki aklınız olsa" ne yapardınız, ne yapmazdınız? Sanırım beni asıl endişelendiren bu kadar kısa süre içerisinde hayatlarımızın bu kadar çok değişmesi. Yani daha biz bir düzen oturtamamışken, daha biz büyümemişken.. Belki de bu kadar düşünmemek mi lazım, herşey kendiliğinden mi oluyor dersiniz?

24 Haziran 2011 Cuma

Başka Söze Gerek Yok

Biliyorsunuz seçim sürecinin yankıları hala sürüyor, her gün yeni bir olayla gündem sürekli değişiyor. Dün de Balbay ve Haberal tahliyelerinde karar belli oldu ve tahliye talepleri reddedildi.

Ben düşüncelerimi nasıl şekillendireceğimi bile bilemezken Mustafa Mutlu, Vatan Gazetesi'nde çok güzel bir yazı yazmış. Bence başka söze gerek yok...

PROTESTO YAZISI!

Bu yazıyı yazarken yine içim sıkılıyor, zor nefes alıyorum...
Aklım da yüreğim de bu ülkede yaşananları anlamaya yetmiyor artık!
Ve tansiyonum isyan ediyor...

Televizyondaki spiker, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Ergenekon Davası kapsamında yargılanırken milletvekili seçilen Prof. Dr. Mehmet Haberal ile gazeteci Mustafa Balbay’ın tahliye taleplerini reddettiğini anlatıyor tane tane...
İki üye hâkimin kararıymış bu...
Mahkeme Başkanı Köksal Şengün ise; uzun süredir bu tahliyelerin gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyor zaten... Ama derdini anlatmayı başaramıyor...
***
Peki tahliye edilmemelerinin gerekçesi ne?
Mahkemeye göre, kaçıp saklanabilirlermiş...
Daha da önemlisi delilleri karartabilirlermiş...

Yüreğim isyanda, ama yazmak, bu adaletsizliğe tepki koymak zorundayım...
Bunu Mustafa Balbay’a, Mehmet Haberal’a, Engin Alan’a, milletvekili seçilip hâlâ salıverilmeyen BDP’li adaylara borçluyum...
Bunu; abartılı suçlamalarla ve uzun süren yargılamalarla yıllardır zindanlarda çürütülen tüm aydınlara borçluyum...
Tutuklulukları infaza dönüşmüş tüm sanıklara borçluyum!
***
Çok değil daha dört yıl önce, PKK davasında yargılanan Sabahat Tuncel de milletvekili seçilmişti...
O da devlete karşı örgütlü terör suçu işlemekten yargılanıyordu; tıpkı Balbay, Haberal, Alan ve BDP’li vekiller gibi...
Ama ne ilginçtir ki; onun tahliyesi şıpın işi gerçekleşti, sorun çıkmadı...
Bugün aynı durumdaki milletvekilleri ise salıverilmiyor...
Yani, Sabahat Tuncel’e tanınan hak onlara tanınmıyor...
Böylece yargı mekanizmasına, “eşitsiz muamele” gölgesi düşüyor!
Tuncel’in “kaçmasından, saklanmasından, delilleri karartmasından” korkmayan ve onu serbest bırakan yargı, son seçimde milletvekili seçilenlere aynı hakkı tanımıyor...
***
Mustafa, benim meslektaşım hâkim beyler...
Çalışma arkadaşım olmadı hiçbir zaman, dostum da... Yüzünü en fazla bir kez görmüşlüğüm vardır, selamlaşmışlığım bile yok yani...
Ama değil kaçmak, üstüne milyon dolarlar verseniz bile onu bu ülkeden gönderemeyeceğinize ben kefilim!
Eğer kaçarsa, işte ben buradayım ve bu kefaletimin bedelini kendi özgürlüğümle ödemeye hazırım!
Yeter ki bırakın Mustafa’yı... Birkaç aylık bebek olarak bıraktığı, bugün ise 3,5 yaşına gelen kızına doya doya sarılabilsin artık...
***
Diyorsunuz ki; “Delilleri karartabilir!”
Kendi söylediğinize kendiniz inanıyor musunuz Allah aşkına...
Üç yıla yakın bir süredir zaten tutuklu; eğer ortada delil olsaydı bu sürede polisin ve savcıların o delillere çoktan ulaşması gerekmez miydi?
Eğer hâlâ ele geçirilmemiş delillerin varlığından kuşku duyuyorsanız; o zaman bunların ele geçirilmemiş olması, polisin ve savcıların görevlerini ihmal suçu işledikleri anlamına gelmez mi?
***
Ben bu ülkede yıllardır; yasamanın ve yürütmenin yargıya müdahalesini eleştirdim hâkim beyler... Yargının ve siz yargıçların bağımsızlığını savundum, bunun için iktidarlarla papaz oldum gerektiğinde...
Ama bu kez siz, tam tersini yapıyorsunuz!
Yargı olarak, yasamaya, yani Meclis’e müdahale ediyorsunuz...
Halk adına kullandığınız yetkiyi, halkın vekil seçtiği insanları salıvermeyerek, aşıyorsunuz!
***
Nabız atışlarım sayılmaz oldu, gözüm kararıyor... Yazının devamını getiremeyeceğim galiba...
Avaz avaz bağırmak, çığlık atmak istiyorum; boğazım düğümleniyor...
Mahkeme kararlarını saygıyla karşılamak ve kararlara uymak bir vatandaşlık görevidir...
Ben sıradan bir vatandaş olarak kararınıza saygı duyuyorum; ama... Kesinlikle katılmıyor ve protesto ediyorum!
Bu da benim en doğal hakkım...
*****
DOKUNULMAZ!
Suçlu oldukları kesinleşmemiş kişilerin milletvekili seçildikleri halde tutukluluklarının kaldırılmadığı ülkemizde, son üç ayda sayısız skandala imza atan ÖSYM Başkanı Ali Demir’in yargılanması bile mümkün olmuyor...
Hatırlayın; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ÖSYM Başkanı bazı ÖSYM çalışanları hakkında şifre skandalı nedeniyle soruşturma izni istemişti...
YÖK Genel Kurulu, dün bu izni vermedi...
Çıkan sonuç şu:
Vekil zindanda, bürokrat ise dokunulmaz...
Ne diyeyim; yaşasın ileri demokrasi!
*****

İşte son durum böyle maalesef... Lütfen ülkemizi rahat bırakın...

23 Haziran 2011 Perşembe

Cik Cik Cik

@bircosays : artık ben de twitterdayımmm...

hiçbir şeyden eksik kalmama konusunda kararlıyım, hadi bakalım :)

22 Haziran 2011 Çarşamba

Öyle Bir Geçer Iron Maiden Ki...

İnsan yeni şeylere ne kadar çabuk alışıyor...

Pazar günü İstanbul'da Iron Maiden konseri vardı, Sevgilimin biletler satışa çıktığı dakikada aldığı, o andan beri heyecanla yanıp tutuştuğu, son albümlerinin sözlerini ezberlemek için direksiyon başında olduğu saatleri verimli kullandığı günler sonunda bitti ve konser sabahına açtık gözlerimizi.

Sevgilim ve arkadaşı (araları yaklaşık 1 ay ve kundaktan beri arkadaşlar), iki çılgın, pazar sabahı 7:30da AŞTİ'de buluşup İstanbul otobüsüne bindiler. Evet benim hafta içi zor kalkan, haftasonu 1den önce kalkmayan Sevgilim, Iron Maiden için pazar sabahı 6:30da kalktı. Öğlene doğru İstanbul'a varmışlar. Taksim'de kaşarlı dönerlerini yemişler bir güzel, konser alanına geçmişler.

Bu tür konserlerde Sevgilim genelde kendinden geçer, sesi kısılır 1 hafta boyunca düzelmez, kafa sallamaktan boynu ağrır, bitap bir şekilde döner Ankara'ya. Gece, konser bittikten sonra konuştuk telefonla, sesi düzgün, boynunu sordum ağrımıyor dedi, hayırdır?? "Güzel değil miydi" diye sordum korkarak; "Aşkım sahneye o kadar yakındık ki, ben onları görünce dondum kaldım, şarkı bile söyleyemedim, sadece izledim" dedi. Eeee 30 yılın hasreti, kolay değil.

Onlar pazar gününü böyle geçirirken ben evde oyalandım kendi kendime. Sabah 11:30da Sevgilimin telefonuyla uyandım. Kahvaltı ettim, TV izledim biraz. Bu aralar Brothers & Sisters dizisine çok fena taktım. İnternette arıyorum ama 1.sezondan itibaren izleyebileceğim bir site bulamıyorum :( Dizilerim bitince babamı ziyarete gittim, kahve içtim onlarda, 1 saat kadar oturdum. Sonra da alışveriş, ev işleri derken akşam oldu.

Gündüz rahat geçti de akşam olunca evde yalnız kalmaz çok zor. Yemek yiyorsun yalnız başına, Behzat Ç. birşey diyor tek başına gülüyorsun, gece tek başına uyuyorsun, hiç güzel değil. Ben de dua ettim içimden Allah kimseyi sevdiğinden, ailesinden ayırmasın diye.. Ve işte o an bir daha farkettim, ne kadar alışmışız birbirimize, burası artık gerçekten bizim evimiz olmuş, yabancıladığımız yer değil, dışarıdan gelince huzur bulduğumuz yer olmuş.

Sevgilim gece 2 otobüsüyle döndü Ankara'ya. Sabah ben işe gitmek için dolmuşa binmişken, o taksiyle evimize doğru gidiyordu, camdan el sallaştık :))

20 Haziran 2011 Pazartesi

Düne Dair

<3<3<3 Herkes baba olabilir ama babişko olamazz... <3<3<3

15 Haziran 2011 Çarşamba

Evimizin Çimleri

Hani demiştim ya bahçemiz yeşillendi diye, yeşillendi yeşillenmesine de bir de mantar bürüdü çimlerimizi.

Hani biz rulo çim yaptırmıştık ya, bu çimlerin yeni yerlerine adapte olabilmeleri için bol bol sulanması, böylece en hızlı şekilde kök salması gerekiyor. Sulama yetersiz olursa sararmaya başlıyorlar. Biz de her sabah ve her akşam 20'şer dakika suluyorduk, bayağı da uzamıştı.

Geçenlerde bir farkettik ki bir mantar çıkmaya başlamış. Sabah gittik akşam geldik, bir baktık mantarlar 3 olmuş. 5-7-10 derken her yerden bitmeye başladı mı? Sulamayı biraz azalttık, çimleri biçtirdik, geçici olarak azaldı tabi. Yağmurlar da sağolsun, hormonlu mudur nedir, Cumartesi kesilen çimler bugüne uzadı! Nasıl iş bu anlamadık. Çimlerle birlikte mantarlar da uzadı tabi.

Toplanıp yenecek bir mantar olsa çorba falan yaparız en azından; ama emin de olamıyoruz. Anlayacağınız mantarlarla başımız fena dertte, hava biraz ısınsa da kökleri kurusa...

Şarkılı Türkülü Bir Gece

Cuma akşamı çok değişik bir organizasyona ev sahipliği yaptık. Aslında annemler ev sahipliği yaptı ama ha onlar ha biz..

Annemin ağabeyi, yani büyük dayım Kültür Bakanlığı korosunda idi, yengem hala orada. Dayımın sesi çok güzeldir zaten, her toplantıda patlatır birkaç tane. Annemlerin yan komşusu da Türk Sanat Müziği'ni çok seven, dinleyen söyleyen bir insan. Sesi çok güzel, üstelik akordiyon çalıyor. Babam da (kayınpederim) Türk Sanat Müziği'ne bayılır, evde hep TRT 4 açık.. Annemlerde kulak dolgunluğu var, eskiden evlerde hep dinlenirmiş, bizde de sağdan soldan duyduklarımız var işte.

Elimizin altında böyle nimetler varken değerlendirelim dedik ve Cuma akşamı herkesi bir araya topladık. Sofralar donatıldı akşam yemeği için, çeşit çeşit mezeler konuldu ortaya. Açık büfe misali, herkes aldı tabağını geçti salona, rakılar şaraplar açıldı, bir sohbet bir muhabbet... Karınlar doyunca bu sefer başladık şarkılar türküler söylemeye.

Saat 8de başlayan gecemiz 1:30'a kadar susmamacasına sürdü. "Bir Dalda İki Kiraz"ı söylerken diğer yengem şefliğe soyundu. Şarkının bir bölümünde "yalnız kızlar" diyor biz söylüyoruz, başka yerinde "yalnız erkekler" diyor onlar söylüyor, sonra elleriyle "hep beraber" işareti yapıyor, beraber söylüyoruz. Gülmekten yerlere yattık, videoya da çektik, kaçar mı hiç :D

İçkinin su gibi aktığı gecemiz (!) yağış yüzünden evin içinde oldu, yoksa asıl plan bahçede oturup, sitemize de yayın yapmaktı :)

Ne güzel şey aile olmak, birlikte olmak. Keşke hep böyle bir araya gelebilsek, insan ne çok istiyor...

8 Haziran 2011 Çarşamba

Dün...

Dün ben mum üfledim.
Dün ben çiçek aldım.
Dün ben kocaman kocaman kucaklaştım.
Dün ben çok mutlu oldummm :))

İlk çiçeği Canım Kocacığım gönderdi, kırmızı güller...
Face'e falan yazmamıştım doğumgünümü, ofiste de kimse bilmiyordu. Ben öyle kendimle ilgili kutlamaları çok sevmem; ama başkalarına sürpriz yaparım, o ayrı. Ofisten bir arkadaşım nüfus cüzdanımı görüp face'e yazmış. Gerisi gırla geldi. Koocaman bir buket geldi mesela, evimizi şenlendirdi şimdi. Sonra da mum üfledim, pasta kestim. Keyifli oldu, çok eğlendim.

Bu sene kendim için bir de renk diliyorum. Siyahlarımdan kurtulmayı, renk renk ojelerimin, cicilerimin olmasını diliyorum. Bak, bu zor birşey değil, yapabilirimm :)

Kendim için dilediğim, yazmak, içimi dökmek istediğim başka şeyler de vardı da yazmayayım. Bu, kelebekler, kalpler uçuşan güzel postun üzerine bulutları çağırmayayım.

Sevgiler...

7 Haziran 2011 Salı

Bilmece Bildirmece Merdivende Mum Üflemece

Bugün ve yarın ofiste mesaiye kalıyorum, akşam 9a kadar. Haliyle eve epey yorgun gideceğim. Bu yüzden dün akşam bütün yemeklerimi, ütülerimi yaptım, çamaşırlarımı ve bulaşıklarımı yıkadım. Yepyeni bir ev oldu.

Gece saat 12ye çeyrek falan var, artık yatalım dedik, hem de çamaşır makinesi durmuştu, çamaşırları asmaya niyetlendim. Ben oturma odamızda çamaşırlarla cebelleşirken Sevgili aşağıya indi, bir fısırtılar, bir tıkırtılar, hadi hayırlısı dedim.

Çamaşırlar bitince seslendim aşağıya, "Canım ben duşa giriyoruuuumm" diye, "OLMAZ!" dedi. "Niye ki?" dedim, bir baktım Sevgili merdivenleri çıkmaya başladı elinde küçük bir pastayla. Mumlarını, maytaplarını yakmış, fısır fısır sesler onlarmış, heh :)

Merdivenin son basamağında Sevgilim "iyi ki doğdun Aşkıımm" diye şarkı söylerken ben alkışladım (onun elinde pasta vardı), sonra pastayı ben tuttum, o alkışladı! Komik miyizz?????

Dileğimi tuttum, mumlarımı üfledim, sonra pıtır pıtır indik aşağıya pastamızı yedik. Pek iyi geldi, çok güldük.

Yeni evimizde, yeni ailemizle ilk yaşımı kutladım. Dileğim bu huzurun, mutluluğun ömür boyu, çoğalarak, sürmesi.

<3<3<3<3 İyi ki varsın Canımmmmm, iyi ki biziz <3<3<3<3

6 Haziran 2011 Pazartesi

Pinterest

Cuma gününden beri yeni bağımlılığımın adı Pinterest.

İnternette gördüğünüz, sevdiğiniz resimleri kendi panonuza iliştirebildiğiniz (nam-ı diğer pin edebildiğiniz) rengarenk bir ortam. Yani artık internette dolaşırken görüp beğendiğiniz resimleri "Sağ Klik - Save As" ile arşivlemenize, bilgisayarınızda bir sürü klasörle yer kaplamanıza gerek yok.

Ciddi söylüyorum, Cuma akşamı üye olduğumda beri, bilgisayardan veya telefonumdan, sürekli yeni eklenen resimlere bakıyorum. Siz de takılın, umarım hoşunuza gider.

Sevgiler :)

1 Haziran 2011 Çarşamba

The Departed

İzlediniz mi??

Bence harika bir film. 2006 yapımı, yani eski sayılır, sinemalarda da gösterilmiş, pek hatırlamıyorum.
Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinin saçmalığın doruklarına ulaşmasıyla Salı akşamlarımız bize kaldı. Böyle güzel filmler izliyoruz, bazen de benim ütü yapmam gerektiğinde Sevgilim kendi tarzı, "yüksek çıtalı" filmler izliyor. Canım Kocamın sinema tutkusunu bir gün detaylıca ele alırım, geçiştirilecek gibi değil lakin :)

The Departed'ı izlemek için uygun bir akşam kolluyorduk uzun zamandır. Dün akşam hadi başlayalım dedik. Ben Leonardo Di Caprio'yu pek sevmem. Genelde kasıntı bir havası vardır filmlerde. Titanic'te sevmiştim; ama oradaki de güçlü bir karakter rolü değildi bence. Yani herkes gibi bir adamdı Jack. Romeo & Juliette'te ise yaşım küçük olduğu için oyunculuğundan çok hayran hayran tipini izlemiştim, itiraf ediyorum :) Sarışın erkek de sevmem ama, çocukluk işte...

Dün akşam ise gerçekten büyülendim, o kadar etkileyiciydi ki. Yaşadığı ikilemi, düşüncelerini gözlerine, hareketlerine öyle güzel yansıtmıştı ki... Bir ara sarılıp teselli edesim geldi! Filmin kadrosu da çok sağlamdı aslında; Jack Nicholson, her zamanki şeytan gülüşlü Jack Nicholson'du. Matt Damon gerçek hayatta sinir olduğumuz, birşeyleri fırsat bilip ne olduğunu anlamadan tepemize patron kesilen, "ben olmasam siz bitersiniz" havalarındaki gıcık polis, Mark Wahlberg kendini işine adamış; ama "ben tepe adamım, benim her kaprisimi çekmek zorundalar" kompleksi içerisindeki polis, Alec Baldvin; "ben seni senden iyi bilirim" havalarında tam bir "TV polisi" ve daha birçok harika oyuncu var kadroda. Polis - Mafya -  Köstebek üçgeninde geçen film sıkıcı akşamınızın havasını değiştirmek için birebir.

Meraklısına: IMDB puanı 8,5