30 Nisan 2010 Cuma

Bir Zurna Macerası - Bölüm II

Bu sabah saat 6:45'te kalktım. Dün gece normalden çok erken yattığım için herhalde bir türlü uyuyamadım. Salonumuzdaki guguklu saatlerin çalışlarını dinledim yarım saatte bir; ama artık ne zaman bilmiyorum, uyuyakalmışım.. Sabah alarm çaldığında ter içindeydim. Yine "gitsem mi gitmesem mi" ikilemine düştüm ama sonunda enerjimi toplayıp yataktan kalktım. Evden çıktığımda saat 7:20 idi. Yüzüncü Yıl'dan dolmuşa bindim, saat 8'de Emniyetin kapısındaydım.

Aslında sabahın o saatinde öyle bir kuyruk vardı ki, Emniyetin kapısındaydım demek yanlış olur, daha çok; "Emniyetin kapısının 500m ilerisindeydim" :) Neyseki kuyruk hızlı ilerledi ve çeyrek geçe içeri girebildim. Ancak tahmin edebileceğiniz gibi, kapıdan giren insanlar içeride sıra numarası almak için ikinci bir kuyruk oluşturuyorlardı. Yaklaşık yarım saat de bu sırada bekledim. Sırada beklerken ülkemiz insanlarının sarımsağı ne kadar sevdiğini düşündüm. Allah'ım, daracık bir koridor, bilmemkaç yüz insan ve önüm arkam sağım solum sarımsak!! İşin kötüsü sarımsağı sevdiğimiz kadar da oksijen düşmanıyız, koridorda bulduğum daracık bir pencereyi ben açmaya çalışıyorum, önümdeki kapatıyor.. Zaten lise öğrencisi kılıklı bir tipti, emniyette ne işi varsa!

Eveet, sıra numaramı aldıktan sonra bu sefer de Belge Yenileme kuyruğuna girdim. Önce numaram olan 6076 yı görünce şok geçirdim; ama sanırım bu bölümde numaralar 6000'den başlıyor; çünkü önümde 40 kişi kadar vardı. Benden yalnızca 1 adet Ek-1 Formu, Eski ruhsatımı, nüfus cüzdanımı ve belge yenileme ücreti olarak 62 TL istediler. Hızlı çalışan vezneler sayesinde saat 9:15te Emniyetten çıkabildim. Yine 100.Yıl dolmuşuna bindim ve 9:30da evime ulaştım.

Fakat sanmayın ki Emniyet çilesi bitti, daha Çarşamba sabahı gidip yeni ruhsatı alma faslı var. O zamana kadar, beni özleyin anacığım, byeeeeee...

29 Nisan 2010 Perşembe

Bir Zurna Macerası - Bölüm I

Bu haftasonu 3 günlük tatili fırsat bilerek hep aklıma takılan birçok işi yapmaya çalıştım. İyi de oldu gerçekten de. 1 aydır Zurnacığın araç muayenesini aksatıyordum, neden bilinmez sanki muayeneden geçemeyecek gibi geliyordu. Üstelik son 2 hafta frenlerim de ötmeye başlamıştı. Böylece ben de iyice korkmaya başladım. Herhalde muayene istasyonlarının Alman sistemine geçmesi ve benim minik Zurnacığımın artık külüstürlüğe yaklaşması beni korkutuyordu.

Binbir endişeyle Cumartesi sabahı saat 9:30'da Sevgilimle buluştuk. Önce İvedik Oto Sanayi Bölgesi'ndeki Ercan Ustamıza gittik. Ustamız sağolsun tepeden tırnağa kontrollerini yaptı, balatalarımızı değiştirdi, far ayarlarımızı yaptı ve bizi muayeneye hazır hale getirdi. Biz de İvedik TuvTurk'ün yolunu tuttuk.

İstasyona ulaşınca öncelikle aracınızı dışarıda bırakıp sıra numarası alıyorsunuz. Aldığınız bu numarayla gişeye giderek muayene ücreti ve varsa ceza ödemenizi yapıyorsunuz. Ödeme noktasına girdiğimizde önümüzde 100 kişiye yakın sıra vardı ve randevu saatimize 45 dakika vardı. "Yetişir miyiz, yetişmez miyiz" diye düşünürken saat 12:20 oldu (randevumuz 12:30daydı) ve önümüzde hala 45 kişi vardı. Bir anda numeratör randevusu 12:30da olanlara öncelik verdi ve biz 4. olduk. 5 dakikada hallettik işimizi, harikaydı :)

Ödememizi yaptıktan sonra arabamızı muayene istasyonundan içeri sokabildik ve aynı numaramızla bu sefer istasyonda sıraya girdik. Aynı sistem burada da işledi. 1117'deyken bir anda 1258'e çıktı. Bizim numaramız 1254'tü, Sevgilim koşa koşa görevli birisine gitti ve bizim numaramızı da işleme aldılar :D

Muayene süresi çok kısa idi, 15-20 dak içinde arabanın altına üstüne baktılar ve hafif kusurlu olarak (tek kusurumuz bu ne demek acaba?) teslim ettiler. Normalde bir muayene işlemi burada son buluyor; ancak bizim ruhsatımızın ilgili bölümünde yer kalmadığı için yeni ruhsat çıkartmak zorundaydık. Zaten bu yüzden muayeneye gelmeden önce Emniyet'ten Ek-1 Belgesini alıp doldurtmuştum. Şimdi muayenemiz tamamlandığına göre sıra tekrar Emniyete gidip ruhsatı çıkartmakta. Bu sabah bir heves kalkıp gittim; fakat saat 11'de günlük işlem hacimleri dolduğundan bana sıra numarası vermedi.. Yarın erkenden 7:30 gibi tekrar gitmeyi planlıyorum.. Umarım halledebilirim.....

P.S. Muayene işlemleri hakkında çooooook detaylı bilgi için bir blog.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Bir şiir...


Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.

PABLO NERUDA

27 Nisan 2010 Salı

Japonların Öngörüsü

Küçüklüğümüzde televizyonların sabah kuşaklarında veya okul dönüşlerinde Japon çizgi filmleri olurdu. Genelde sevgi, arkadaşlık gibi konular üzerine, sevgi dolu, neşeli çizgi filmlerdi bunlar. Ne dediğini anlamadığımız şarkıları dilimize dolanırdı, "vataşiva, vataşiva, vataşiva candy!!" gibi.

Bugünlerde televizyondaki dizileri izlerken aklıma hep bu çizgi filmler geliyor. Neden diyecek olursanız günümüz dizileri çoğunlukla aşk, gözyaşı, entrika, ayrılık içeriyor. E tabi oyuncular da bol bol ağlıyor. Eskiden ağlama sahnelerinde kendini zorlayan, soğan sarımsak koklayan oyuncularımız, şimdilerde ne sürüyorlarsa aynı Japon çizgi filmlerindeki animeler gibi oluyorlar ağlarken. Durup dururken dolan gözyaşları, tam da akması gerektiği anda akmaya başlıyor. Ne bir göz, ne bir burun kızarması... Aynen şöyle:

16 Nisan 2010 Cuma

Benim Güzel Orkidem

Güzeller güzeli orkidem kuruyor maalesef...

Yaklaşık 1,5 yıldır evimizde güzel güzel baktığımız (annemin baktığı) orkidem birkaç ay önce bol bol çiçek verdi. Çiçekleri öyle güzel ve çok açtı ki, dalına ağır gelmeye başladı. Biz de kırılmasın diye küçük kıskaç tokalarla sopasına tutturduk; fakat yine de dal kırıldı. Ondan sonra gitgide kurumaya başladı; ama işin garip tarafı üst taraftan kururken, alt taraftan yaprak açıyor, kök çıkarıyor.

Şu an dal yerine sapsarı bir sopa kaldı, yapraklarından da 1-2 tanesi sarardı, onları kestik attık. Ya acaba yeni bir dal çıkarabilir mi?? Yoksa bundan sonra sırf yaprakları olan bir orkidem mi olacak..

Offff....

15 Nisan 2010 Perşembe

Küçük Arı

Soner Yalçın'ın okuması aylar süren kitabından sonra romana susamış olmalıyım ki, Chris Cleave'in Küçük Arı isimli kitabını bir çırpıda bitirdim. Küçük Arı, Nijerya'lı küçük bir kızın kaçak olarak geldiği İngiltere'de yerleştirildiği mülteci merkezinden ayrılmasıyla yeniden başlayan bir hikayenin öncesini ve sonrasını anlatan etkileyici bir kitap.

Kitabın üzerinde de yazdığı gibi bütün büyü olayların akışında, bu yüzden konuya ve içeriğe pek fazla giremiyorum. Nijerya'daki petrol savaşları hikayenin temelini oluşturmakta ve hiçbir ilgisi olmadığı halde bu savaşların ortasında kalan bir halk. Bu kitabı okurken şunları hissettim, bugün gerçekten modern (ve her gün daha da modernleşen) bir dünyada yaşıyoruz. Bilgisayarlarımız, telefonlarımız, arabalarımız, evlerimiz, kıyafetlerimiz, hepsi birbirinden yeni, lüks, bol fonksiyonlu ve tabiki organik! Ama bu pembe tablonun arkasında çok fazla gözyaşı, hasret ve acı var. Kullandığımız benzinde Nijeryalı ailelerin, giydiğimiz spor ayakkabıda çocuk işçilerin ve kim bilir daha nerelerde kimlerin gözyaşları var.

Peki bu kadar acıya değer mi, gerçekten yani.. Tabiki taş devrinde kalmayalım, teknoloji, bilim, tıp hepsi gelişsin ama başka yolu yok mu bunun? Bu para hırsı, nereye kadar.. Hala bu kadar iyimser olacak kadar kendi küçük dünyamda mı yaşıyorum yoksa? Ama şu da var, bir yandan bu güzelim ülkeler saçma sapan hırslar için talan edilirken, diğer yandan yardım fonları, gıda yardımları ile tüm dünyaya destek çağrısı yapılıyor. Oysa ki herkesi kendi halinde bırakmak en iyisi değil mi? Biz dünyayı beslemek için kendi besinlerimizin GDOsuyla oynarken onlar manyoklarıyla çok mutlu.

Kitaptan epey etkilendiğimi düşünüyorum, çünkü bitirdiğimin akşamında bir rüya gördüm. İşyerindeymişim ama dışarı çıkmışım, dışarıda kocama bir pazar yeri varmış ve nasıl kalabalık. Alanın bir kısmının üstünde de çatı varmış, bir bakıyorum bu çatının üzerine bir adam çıkmış, elinde bir tüfek. Bir anda her yere ateş etmeye başlıyor rastgele. Sağımda solumda insanlar ölmeye başlıyor, ben aralardan kaçmaya ve çatının altına girmeye çalışıyorum. Bir yandan da içimden "Allah'ım ben de vurulsam da bu acı bitse diyorum"

Derken uyandım, saat sabahın 5'iydi. İçim sıkıldı, hayatlarının bir gününde dahi olsa böyle bir ortamda, bu korkuyla yaşayan insanları düşündüm. Çok uzağa gitmeye gerek yok, güneydoğumuzdaki askerler, köylüler de aynı durumdalar ve o anda sıcacık yatağımızda olduğumuz için ne kadar şanslı, dünyada ne kadar azınlık olduğumuzu düşündüm.

Kitaba geri dönecek olursak, anlatım dili konu kadar etkileyici değildi; ancak bu kötü çeviriden kaynaklanabilecek bir durum da olabileceği için yorum yapmak istemiyorum. Bir de kitabın sonu daha iyi yazılabilirdi bence. Yine de Küçük Arı okunması gereken, insanı bir duygu seli içinde sürükleyen bir kitap. Tavsiye edilir...

"Barış insanların birbirlerine gerçek adlarını söyleyebilecekleri bir zamandır."

9 Nisan 2010 Cuma

Bir Kitap

Sonunda gıdım gıdım ilerleyerek de olsa Soner Yalçın'ın "Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor" adlı kitabını bitirmeyi başardım. 400 sayfa civarındaki bu kitabı bu kadar uzun sürede okumamın en önemli sebebi, kitabın içerdiği yoğun bilgiydi.

Genel olarak kitabı beğendiğimi ve her kitaplıkta bulunması gereken bir bilgi kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte ismine sadık kalan bir kitap olmadığını düşünüyorum, şöyleki giriş bölümünde yazılanlarla kitabı geliştiren konular arasında büyük kopukluklar var. Böylece kitap farklı birçok konuda genel bilgi sağlarken, bütünlüğünü ve derinliğini kaybetmiş.

Soner Yalçın hakkında iyi bir araştırmacı ve yazar olduğu dışında fazla bilgim yok, gerçi kitabında kendisinde ve geçmiş çalışmalarından da bahsetmiş; fakat açıkçası ben o bilgilerin üzerine merak edip "kimmiş bu adam, ne okumuş ne etmiş" diye internette aramadım. Kitapta tarihten ve günümüzden birçok konuya çeşitli belgeleri kaynak göstererek değinmiş Soner Yalçın. Bu nedenle kitabın çok değerli bir kaynak olduğunu düşünüyorum; fakat açıkçası kitabı okurken hep soru işaretleri oldu kafamda. Mesela, bir olay olmuş, bu medyaya şöyle yansımış, ama aslında olay şöyleymiş, bilmemkim bilmemkim öyle demiş. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, herkes çıkarları uğruna bir önceki gün iddia ettiklerini yalanlayabiliyor. Bu yüzden kitabı "yaa gerçekten de böyle olmuş meğersem" diye okuyamadım, bilmiyorum belki benim güvensizliğim yüzünden. Daha çok "yandaş kişiler olayı bu şekilde aktarıyor, karşıt kişiler de bu şekilde aktarıyor; fakat elle tutulur birşey yok" hissiyle okudum.

Kim - Kiminle - Nerede - Nasıl - Ne Yapmış - Kim Görmüş - Ne Demiş?
Bu hisse kapılmamın bir nedeni de kitabın derinlik sorunu ve yazarın uslubu olabilir. Bir kere kitap tamamen sohbet havasında ve bir köşe yazısı hafifliğinde yazılmış. Yazım ve dilbilgisi yanlışları, düzensiz, anlamsız cümleler bana "bu kitap yazıldıktan sonra ne yazarı ne de editörü/yayınevi tarafından hiç okunmamış" diye düşündürttü, çünkü eminim ki biri bile okumuş olsaydı bu kitap bu haliyle çıkmazdı. Derinlik konusunda ise; bu kitabın bence asıl sorunu "az ve öz olmak" yerine "kısa ama çok bilgi içermeyi" seçmiş olması. Sonuçta tabiki hiçbir olay "A ile B kişisinin buluşup C olayını yapması ve sonra evlerine gitmeleri" şeklinde gelişmiyor. A'nın arkasında en az bir grup, B'nin arkasında en az bir grup, bu grupların arkalasındaki gruplar, kişiler, siyaset, ekonomi, ordu derken zincir büyüyor da büyüyor. Kitabın tarzını şöyle örnekleyebilirim:
"A kişisine destek olan D grubu daha önce E ve F olaylarında da G kişisiyle birlikte hareket etmişti. G kişisiyle şunu şunu yapmak istemişlerdi. Tabi bu noktada insanın aklına H sorusu geliyor; ama ayrıntıya girmeye gerek yok." Şimdi burdan ne anlarsınız?

Özetle kitabı daha az konu etrafında çevirmek ve bu konuları daha derinlemesine işlemek, tarihçi, araştırmacı, siyaset bilimci olmayan okuyucu için daha akılda kalıcı ve kitabı sonuca ulaştırıcı bir yol olabilirdi bence; ancak en başta da söylediğim gibi bu kitap kütüphanenizde bulunmalı!!!..

Şu anda Uluslararası Bestseller olan Küçük Arı isimli romanı okuyorum. Başlangıcından itibaren çok çarpıcı ve sürükleyici. Kitabı bitirmek ve paylaşmak için sabırsızlanıyorum.

Sevgiler,

6 Nisan 2010 Salı

Helal Olsun

Bu sabah erken kalkmak isterken, 9:30'a kadar uyudum yine :( Erken kalkmak istememin sebebi Zurnacığın trafik muayenesi öncesi ruhsatta damga yeri kalmadığı için Ek-1 Belgesi almaktı. Kalkar kalkmaz hazırlandım, saat 10'u biraz geçe evden çıkmaya hazırdım.

Derken minik bir misafir geldi kapıya; artık 7. ayının ortalarına yaklaşan yeğenimiz, Adacık :) Nasıl sevimli, nasıl lokma birşey, uzun kirpikli, dört dişli, tombul yanaklı bir bebek. Öyle de güleryüzlü ki.. Allah tüm isteyenlere böylesini versin :) E tabi kapıya böyle bir tatlılık gelince işler beklemeye alınıyor. Yarım saat kadar oynadık Adacıkla ve ben 10buçuğu geçe çıkabildim evden.

11:15 gibi Emniyetin C Kapısındaydım. Yapılacak işlem çok basit; 49. vezneden EK-1 formunu alıp (ücret 1TL) yanındaki 48. veznede bilgilerinizi yazdırıyorsunuz (ücret 10TL). Tam formu alıp 48. vezneye geldim, görevliler önlerindeki camı kapatıp "yoğunluk nedeniyle 13:00'e kadar form almıyoruz" yazısını astılar. Ben de gittiğimden beri "abla yazalım" diyen seyyar daktilocuya formumu vermek zorunda kaldım ve onun peşinden ofisine doğru yürümeye koyuldum. (Bu arada geçen pazar aldığım ayakkabılarımdan hiç bahsetmedim. topukları biraz yüksek olduğu için bazen yürümekte zorlanıyorum, hala alışamadım) Evet, seyyar daktilocunun peşinden koştururken ve merdivenleri inerken, bir de topuğum takılmaz mı... 1-2 basamak tökezleyip, yere oturdum bir güzel :) Sonuçta elimde yazılı bir formum oldu ve saate baktığımda henüz 11:45i gösteriyordu.

Şimdi günün en güzel kısmını anlatacağım ve evet bununla çook gurur duyuyorum! Zurnacıkla ofise geldim, park yeri arıyorum. Arabalar yolun iki kenarına yanlamasına park ediyorlar ve sokak genellikle çok dar oluyor. Biraz dolaşıp tam bana göre bir yer buldum. Park etmeden önce hep arkamda araba var mı diye bakarım, genelde park etmem biraz uzun sürdüğü için park ederken kaç kişiyi sinir edeceğimi düşünürüm :) Bugün de arkamda bir araba vardı, ben de yolu en kısa sürede açma isteğiyle 1-2 manevra yaptım ve park yerine girdim. Arkamdaki adamın geçebileceği kadar yer açıldı, o da hareket etmeye başladı zaten. Tam yanımdan geçerken penceresini açtı (benimki de açıktı) ve "Helal Olsun" dedi.

DUYDUN MU SEVGİLİİİİİİMMM??!!! Ben ne zaman park etmek için geri vitese taksam, Sevgilim de saat tutmaya başlar ve tamam genelde iyi park için uğraşmam gerekir. Ama bugün bir dönüm noktasıdır, HAAAH! Başarılarımın devamını diliyorum :)

Not : Zurnanın aynalarındaki çizikler asla ve asla ben park ederken, kenara fazla yaklaşmam sonucu, demir tellere sürtünmesi nedeniyle olmamıştır. Kamuoyuna önemle duyurulur.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Farklı Artıların İnsanlarıyız

Geçtiğimiz hafta hayatımızı olumlu yönde etkileyecek çok güzel gelişmeler oldu ve bu hafta da sonuçlarını almayı umuyoruz. Sevgilim iki farklı iş görüşmesine gitti, bunlardan biri çok ilginç bir deneyim oldu bizim için. Bir tanıdık aracılığıyla başvurduğu pozisyonun ilk görüşmesi gayet samimi bir havada geçmiş. Mülakatı gerçekleştiren bayan genel olarak pozisyonun içeriğini ve ofis ortamını anlatmış; şöyleki ofiste bayanlar çoğunluktaymış (hatta Sevgilim başlarsa ofisboy dışında tek erkek olacak gibi). Görüşmeyi yapan bayan da "Nişanlın kıskanç mıdır?" diye sormuş. Yukarda Allah var, kıskançlık benim yakınımdan uzağımdan geçmeyen bir şeydir. Salaklığa varan bir saflığım da vardır. Sevgilim souyu "hayır" diye cevaplandırmış tabiki; ama bir mülakatta böyle bir soru bana çok garip geldi. Sevgilim ertesi gün 2. mülakat için gitti, hem de İstanbul'dan gelen Genel Müdürlerle görüştü. Bilin bakalım onlar ne sordu? "Bu kadar kızın arasında çalışmak seni rahatsız edecek mi?" O günden beri biz de merak ediyoruz; acaba bunlar nasıl kızlar ki yöneticiler böyle bir endişe taşıyorlar.. İnşallah görme fırsatımız olur :)))

Mülakatta benim ilgimi çeken ikinci şey ise yaptıkları kişilik testiydi. Resimde gördüğünüz tabloda kendinizi nerede konumlandırırdınız? Yazının devamını okumadan önce cevabınızı verin lütfen..
Açıkçası ben Dostcanlısı ile Analitik arasındaki çizgiyi işaretlerdim. Sevgilimse mülakatta Etkileyici ve Dominant arasındaki çizgiyi göstermiş. Testin olayı şu; dikey çizginin iki tarafındaki kişiler iş hayatında birbirleriyle anlaşamazlarmış. Ayrıca iş hayatında ulaşılması istenen nokta Etkileyici ile Dominant arasıymış, yani Sevgilimin göstermiş olduğu nokta. Bana ilginç gelen ve aklıma takılan konu ise, artının farklı taraflarındaki kişiler, iş hayatında anlaşamıyorlarsa, sosyal hayatta nasıl anlaşır?

Belki bu test sosyal hayat için geçerli değildir; yine de üzerinde düşünmeye değer bence.. Bu arada bölümlerin açıklamalarını da yazayım:
Dostcanlısı : Kendinden çok başkalarını düşünen, onlar mutlu olsun da ben şunu yapmasam da olur diyen kişilik tipi.
Analitik : Mantık delisi
Etkileyici : Karizmatik
Dominant : Benim dediğim/istediğim olacak delisi

Aslına bakarsanız bu iki farklı taraftaki insan bir yere kadar iş hayatında da, sosyal hayatta da anlaşabilir. Biri "hep benim dediğim olsun" diyor, diğeri de "o mutlu olsun da ne olursa olsun" diyor. Bence bu alıp vermeler mantıkla çelişene kadar taraflar durumu idare edebilir. Fakat mantık sorgulamaya başladı mı, problemler çıkmaya başlar. Bunu engellemek için herkesin her zaman fikrini, düşüncelerini paylaşması şart gibi görünüyor.

Biz yine de bu testin sosyal hayata uyarlanabilirliğini denemekte kararlıyız. Yeeyy!!! :))