26 Mart 2010 Cuma

İşte Geliyor!!!


O geliyor,
Şarkılarıyla, danslarıyla o muhteşem insan geliyor,
10 Nisan'da Candan Erçetin Ankara'da konser veriyor!!!...
Aaaahh, Candan seni çook seviyorummm.....


Elimde bir şişe şarapla konsere girmeme izin verirler mi acepp??

23 Mart 2010 Salı

1 Kadın 1 Erkek


Kadın Erkek ve Çevre ilişkileri daha iyi nasıl anlatılır. Mükemmel, Mükemmel, Mükemmel...

Her bölümü bizden bir parça, gerçekten de izledikçe öyle şeyleri farkediyor ki insan ve kendini öylesine özdeşleştiriyor ki..

Bazen kadınlar abartılı, bazen erkekler şapşal. Ama nasıl oluyorsa hep seviyorlar birbirlerini...

Tavsiye edilirrr...

Bu Aralar..


Çekip gidesim var artık yalan dünyadan

Önüme çıkıp duran sahte yüzlerden

Hiç bir söz bir nefes kesmiyor beni

Nedense bikaç gündür gidesim geldi...

15 Mart 2010 Pazartesi

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Birşey Var

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol BEHRAMOĞLU

12 Mart 2010 Cuma

Başlıksız...

Çünkü Mustafa Balbay 1 yılı aşkın süredir (5 Mart 2009'dan beri) tutuklu,

Çünkü Mustafa Balbay'ın o tarihte yeni doğmuş olan kızı 1 yaşını doldurdu, büyümeye devam ediyor,

Çünkü bu sabah uyandığımda bahçemizdeki erik ağacı - tıpkı geçen yılki gibi - çiçek açmıştı,

Çünkü onlar ve aileleri bu yılbaşını ayrı kutladılar ya da kutlamadılar,

Çünkü Mustafa Balbay kaçma ihtimali olmayan ve delil karartacak durumu bulunmayan çok çok iyi bir gazeteci...

Aynı mahallede oturuyoruz Mustafa Balbay ile. Ben hiç rastlamadım ama çarşıda, pazarda, oy vermek için sıra beklerken gören çok kişi var. Eşini de tanımam, hiç görmedim, çocuklarını da hiç görmedim. Bazı akşamlar, özellikle hava soğuk olduğunda, eve dönerken Balbay'ı ve ailesini düşünürüm. Acısını ve derinliğini tahmin etmesi zor ama yine de düşünürüm, içimden onlar için, haksız yere ayrı olan herkes için dua ederim. Allah'ım herkesi sevdiğine, evine, ailesine kavuştursun... Bu günahlar, bu açgözlülük, bu hırs kimsenin yanına kalmasın ve bir daha tekrarlanmasın diye...

Umarım Balbay'ın tutukluluğu en kısa zamanda son bulur. Kim bilir belki onun da bahçesinde erik ağacı vardır, dallarından erik koparır, kızının ilk kelimelerini duyar, geceleri ona masal okur, beraber uyuyakalırlar... Umarım...

9 Mart 2010 Salı

Bir Hazin "Veda"

Sanatsal faaliyetlerimize devam ederek bu pazar günü Zülfü Livaneli'nin yazıp yönettiği Veda filmine gittik. Atatürk'ün hayatını Salih Bozok'un anıları üzerinden anlatan bir filmdi.

Film 10 Kasım sabahı saat 7:00 sularında başlıyor. Herkes endişeli, Salih Bozok hem telaşlı, hem ümitli. "Bugüne kadar neleri oldurdun, bunu da başarırsın" diyor Atatürk'e; fakat kendini herşeye hazırlamış ve kararını vermiş. Oğlunu çağırıyor makamına ve diyor ki: "Atatürk'e birşey olursa ben de peşinden gideceğim. Evin erkeği sen olacaksın." 15 yaşı civarındaki bir çocuk için bunu pat diye duymak çok zor tabiki. Salih Bozok da bunun oğluna ağır gelmiş olabileceğini düşünüyor ve kararının ardında yatan arkadaşlığı, yoldaşlığı bir mektupla anlatmaya karar veriyor oğluna.

İşte Veda böyle başlıyor, bir babanın oğluna vedasıyla.. Öleceğini bilen bir kişi geride bıraktıklarına ne anlatır 3-5 sayfalık bir mektupla? Hele de bu kişi birisinin peşinden gidiyorsa... Bence tam da Zülfü Livaneli'nin aktardıklarını anlatır. Gurur duyduklarının yanı sıra üzgünlüklerini, pişmanlıklarını, hasretlerini anlatır. Onca yıl içinde sakladıklarını, söylemediği için sebep olduğunu düşündüğü şeyleri anlatır. Bir nevi günah çıkartır.

Ben şahsen filmi beğendim. Tabiki daha eklemeler yapılabilirdi, örneğin; içki sofralarındaki sohbetler, birbirinden güç almalar, yazılan mektuplar, bize daha sıkı bir dostluk yansıtılabilirdi, ama o zaman da filmin konusunun "Salih Bozok'un Atatürk'ün hayatındaki yeri ve önemi"ne kayma riski ortaya çıkardı. Veda filmi ise Atatürk'ün (aslında Atatürk değil, Mustafa Kemal demek istiyorum; çünkü film hayatının bu yönünü ortaya çıkarıyor. Yani kahramanlıklarından çok aşkları, üzüntüleri, kızgınlıkları, hasretleri, evlilikleri ve belki pişmanlıkları) hayatına odaklı. Öyleki Salih Bozok'un Mustafa Kemal'in yaveri olduğu iki cümleyle belirtiliyor; ilki ordudan ayrıldıktan sonra Mustafa Kemal'in "Salih Bozok'a telgraf çekin, yaverim olarak yanıma istiyorum" demesi, ikincisi de Salih Bozok'un "Paşa yaversiz gidemez" demesi.. Onun dışında "biz beraber şunları şunları yaptık" vurgusu yok filmde. Olsa daha mı iyi olurdu, bilemem..

Belli ki bu filme çok emek verilmiş; mekanlara, dekorasyona... Onikibin parçalık kıyafet koleksiyonu oluşturulmuş. Tüm bunların üzerine oyunculuklar da biraz daha iyi olabilirdi.. Çok basit birşey belki; ama mesela Fikriye Hanım'ı canlandıran Özge Özpirinçci'nin gerçekten ud çalıp türkü söylemediği, Latife Hanım'ı canlandıran Ezgi Mola'nın ilk kez piyano başına oturduğu öyle belliydi ki.. Yani, bu film 1 ay sonra da vizyona girebilirdi, oyuncular rollerini biraz daha özümseyebilirdi gibi hissettim.
Filmin resmi web sitesinde belirtilen, çekimlerin 7 haftada tamamlandığı. Sizce de kısa değil mi? Ancak, filmin en etkili sahnesi Latife Hanım'ın intiharıydı, o da ayrı...

Uzun lafın kısası Veda görülmesi gereken bir film; insanın ileride çocuklarına izletmek için arşivine koyabileceği bir film; fakat her 10 Kasım'da, 23 Nisan, 19 Mayıs veya 29 Ekim'de izlenebilecek bir klasik değil gibi..

Salih Bozok'un intihar girişimini bir de Can Dündar'dan dinleyelim:
10 Kasım'da Dolmabahçe'de Patlayan Tabanca

Sevgilerrr...

3 Mart 2010 Çarşamba

Diş Buğdayı


İşte geç kalmış bir resim, sevgili Ada'cığın diş buğdayı pastası...

İnci dişleriyle nice sağlıklı, mutlu yaşlaraaa...

Cookie pastanesine de teşekkürlerimizi sunarızz.. :)


2 Mart 2010 Salı

72. Koğuş - Sonunda İzledik

Sonunda muradıma erdim :)
Sanat, tiyatro, opera diye tutturan ben, kardeşimi ve Sevgilimi de peşime takıp, pazar pazar Şinasi Sahnesi yollarına düştüm. 72. Koğuş oyununu izleyeceğimiz için çok heyecanlıydım. Oyun hakkında çok fazla bilgi sahibi değildim, gazetelere yansıdığı kadarıyla konusunu biliyordum; fakat gerçek hayattan bir kesit anlatması ve edebiyatımızın ünlü isimlerinden birinin eseri olması (Orhan Kemal) izlenmesi için yeterliydi diye düşünüyordum. Öyle heyecanlıydım ki Sevgilimi hasta yatağından kaldırıp, kardeşimi işyerinden 1 saat erken çıkartıp Şinasi Sahnesi'ne oturttum.

Oyunu Sadri Alışık Tiyatrosu sergiliyordu. Olay bir hapishanenin 72. Koğuş'unda geçmekte. Bu koğuşta insanlık suçu işleyen suçlular var, öyleki hiçbiri insan yerine konmuyor, kuru ekmeğin ötesi hayal olmuş. Oyunun küçük bir oyuncu kadrosu vardı. 7 kişiden oluşan erkekler koğuşu, 2-3 gardiyan, 6 kişiden oluşan kadınlar koğuşu. Aa bir de deri çizmeli hapishane ağası ve meydancısı vardı.. Konusu da tahmin edebileceğiniz gibi koğuştaki zavallılık, hayaller, kadınlar koğuşunu takipler vs.vs. Oyun, Kaptan (Yavuz Bingöl) karakteri üzerine kurulmuş, annesi Kaptan'a 200 TL gönderiyor, o parayla ilk iş etli kurufasulye pişiriliyor, yer yatağı alınıyor, çay demleniyor. Tabi tüm hapishane duyuyor Kaptan'ın parasını. Faydalanmak isteyen bir akıllı, "gel sana Fatma'yı (Azra Akın) ayarlayayım, evlenirsiniz, çocuklarınız olur" diye diye Kaptan'dan paraları tırtıklamaya başlıyor. Kaptancık zaten Fatma ile yatıp Fatma ile kalkıyordu, bu hayale de çabuk kaptırıyor kendini. Bir de koğuşun kabadayısı Berbat (Kerem Alışık) var ortalarda. Herkese sataşma modunda sürekli. Kumar merakı var ve her fırsatta Kaptan'ı, paraları kumarda "değerlendirmeye" yönlendiriyor. Sonunda aklını çeliyor, biraz kazanıyorlar. Oyunun sonunda, neden olduğunu hatırlayamadığım ya da zaten anlamadığım bir sebepten Kaptan'la Berbat karşılıklı oynuyorlar ve Berbat, Kaptan'ın herşeyini alıyor. Kaptan kışın soğuğunda, ki bilmem kaç yılın en soğuk kışıymış, şehre kurt inmiş, içliğiyle kalıyor. Oyunun sonunu söylemeyeyim de sürpriz olsun bari.

Şimdiii, oyun beklentilerimizi pek karşılamadı açıkçası. Benim beklentim neydi; en azından çıktığımızda "iyi ki gelmişiz" diyebileceğimiz, birkaç saatliğine de olsa etkisinden kurtulamayacağımız ve birisini gördüğümüzde "oyun 2 gün daha Ankara'da mutlaka gidin" diye tavsiye edebileceğimiz bir oyun olmasını isterdim. Oyun çok monoton geçti, yani olayın tek bir yerde geçmesi hep aynı konunun dönmesi demek değil ki.. Şöyle bir örnek vereyim, 2 saat izlediğimiz oyunda edilen küfürlerden herkesin annesi babası ne iş yapıyormuş öğrendik; ancak her biri hapse neden düşmüş öğrenemedik. Mesela Berbat, birisi ona Berbat dediğinde "bana Berbat deme ulenn" diye dayılanıyor, ama neden? Babası Berbat diyormuş da sinirlenip onu mu öldürmüş, ne bileyim, insan hayal kuruyor. Ya da Kaptan'la Fatma arasındaki aşk.. Tamam anlıyoruz ki düzmece ama izleyiciye yansıyan bir duygu yok.. Ben size desem ki "Kaptan Fatma'yı seviyor, her gece rüyasında görüyor, Fatma'da bunu biliyor ama Kaptan çok çirkin olduğu için hoşlanmıyor, zaten köyünde sevgilisi ve çocuğu var", bunu okurken hissettikleriniz izlerken hissettiklerinizle aynı.

Oyunculara gelecek olursak, Sevgilim çok doğru bir noktaya değindi, paylaşmadan edemeyeceğim. Bu kadar tiyatrocu varken neden Yavuz Bingöl ve Azra Akın oynadı bu oyunda? Hadi oynadınız bari hakkını verin, Yavuz Bingöl'ün sesi çıkmaz, ekşisözlük'te birisi yorum yapmış, "Azra Akın'ın selam sırasında sahnede kaldığı süre, oyun süresince sahnede kaldığı süreden uzun" diye. Çok çok doğru.. Ne bileyim, Kaptan elinde saz türkü söyleyen bir karakter olur, Yavuz Bingöl'ü koyarsın oraya; ama ortada hiç öyle birşey yok, çalan türküler de banttan. E o zaman? Ortada tiyatrocu mu yok yani.. "Aaaa Yavuz Bingöl oynuyormuuuuşş" diye gelen pek kimsenin olduğunu da zannetmiyorum..

Ama diğer taraftan yardımcı oyuncular harika idi.. İzleyiciye duygu hissettiren birileri varsa o da erkekler koğuşundaki diğer mahkumlardı. Oyunun anlamı onlarda saklıydı.. Oyunla ilgili daha fazla bilgi için bakınıızzz..

Sonuç olarak, beklentiler farklı olsa da benim için güzel bir pazar günüydü..

Haftasonu demişken cumartesiyi de es geçmeyelim; iş çıkışında Sevgilimle yemek yedik. Ben tavuk şiş o da kıymalı kaşarlı pide, nammm nammmmmmm... Yemekten sonra Sevgilimin evine gittik, otururuz, kahve içeriz diye. Kahvemizi içtik, odamıza çekildiiik, derken uyumuşuz.. Evet, ikimiz de kıvrılıp sarmaş dolaş uyumuşuz, 2 saat!! Böylece çok dingin bir cumartesi yaşadık :)

Sevgilerle,